Anlatıldığına göre, bir padişahın Eyâz adında has bir adamı varmış. Eyâz pek akıllı, pek ince fikirliymiş. Padişah, güzel huyundan dolayı onu çok severmiş. Yoksul bir aileden gelmesine rağmen bilgisi ve görgüsü sayesinde sarayda önemli bir yer edinmiş.
Saraya ilk geldiğinde Eyâz'ın bir çift çarığı ile bir postu varmış. Onları atmayıp saklamış. Daha sonra onları boş bir odaya koymuş. Eyâz her gün o odaya gider, oturur ve şöyle dermiş:
— "Sakın büyüklük taslama! İşte çarığın, İşte postun!"
Düşmana sebep yok değil ya! Eyâz'ı çekemeyip kıskananlar, onu gözden düşürmek için padişaha şikâyette bulunmuşlar;
—"Padişahımız"demişler, "Eyâz'ın bir odası var ki orada altın ve gümüş saklar. Hiç kimseyi o odaya sokmaz. Kapısını da devamlı kilitli tutar."
Padişah biran bile olsun Eyâz'dan şüphelenmemiş. Ama onu şikâyet edenlere bir ders vermek istiyormuş. Huzuruna
çıkanlara;
— "Eyâz'ın bizden gizlisi saklısı ne ola ki? Demek bu kadar ihsana, bu kadar ikrama doymuyor; aç gözlülük edip altın ve gümüş saklıyor ha!.." demiş.
Ardından bir beye şöyle bir emir vermiş;
— "Gece yarısı oraya gidiniz, odaya giriniz, ne bulursanız yağmalayınız, gizlediği şeyi de bana açıklayınız!"
Gece yarısı olmuş. Padişahın emir verdiği bey, yanına otuz asker almış. Askerler meşaleleri yakmışlar, sevinç içinde Eyâz'ın odasına doğru gitmişler. Büyük bir define; altın, gümüş; küplerle mücevher bulacaklarını sanıyorlarmış.
Odanın kapısına yaklaşmışlar. Kapı kilitliymiş. Kilidi biraz zorlamışlar. Kilit pek sağlam çıkmış. Hünerli birkaç kişi, kilidi biraz uğraştıktan sonra açmış. Hırsla, birbirlerini ite kaka odaya dalmışlar. İçeri girenler sağa sola bakınmışlar. Yırtık bir çarıkla bir pöstekiden başka bir şey bulamamışlar. Ama inanmamışlar. Birbirlerine;
"Burası boş olamaz!"demişler.
Hemen kazma ve kürek getirip, köşe bucağı kazmışlar, derin çukurlar açmışlar. Her yanı arayıp taramışlar, odanın altını üstüne getirmişler. Ama bir şey bulamamışlar. Şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzüne bakmışlar. Utanmışlar, utanç içinde kazdıkları yerleri doldurmaya çalışmışlar. Ama o duvarlarda açtıkları delikleri kapatamamışiar. Eyâz'ın her şeyi anlayacağını, yaptıklarını inkâr edemeyeceklerini düşünmüşler. Çaresiz, toz toprak içinde, utanarak padişahın huzuruna çıkmışlar.
Padişah; "Haydi, söyleyin bakalım" demiş, "Altınlar, gümüşler nerede? Hem yüzleriniz niçin asıktır böyle?"
Başlar utançla eğilmiş. O kendinden emin kişilerin tümü de özür dilemek için padişahın huzuruna kefenle çıkmışlar. Hepsi de korkudan, utançtan tırnaklarını yemiş. Padişaha;
— "Ey bütün âlemin sultanı!" demişler. "Kanımızı dökersen helâldir, ama bağışlarsan bu da senin İhsanındır, iyiliğindir. Elbette buyruk yüce padişahımızındır. Bağışlarsa bağışlar, bağışlamazsa bizim gibi yüzlercesi padişahımıza feda olsun!"
Padişah;
— "Hayır!" demiş. "Bu yanıp yakılmayı istemiyorum! Siz varın, Eyâz'a yalvarın. Bu kötülük ona yapıldı, hakarete o uğradı, yaralanan odur..."
Suçlular öylece kalakalmışlar. Eyâz'a söyleyecek söz bulamamışlar. Başlan önde bekleyedurmuşlar. Padişah, Eyâz'a;
— "Ey kötülüklerden uzak olan Eyâz, suçlulara buyruk yürüt!" demiş.
"İstersen bağışla, istersen cezalandır. Cezalandırırsan da doğrudur, bağışlarsan da. Her birinde ayrı faydalar var. Çünkü adaleti yerine getirmekte binlerce iyilik gizlidir. Ama işi geciktirme, tez bitir, çünkü geciktirmek de bir çeşit öç alıştır." demiş.
Eyâz;
— "Padişahım," demiş, "tümden buyruk sizindir; güneş varken yıldız görünmez"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder