19 Kasım 2011 Cumartesi

HADDİNİ BİLMEK

Küçük bir fare, bir devenin yularını tutmuş, kurula kurula gidiyordu. Deve yumuşak huylu olduğu için, fareyle yol arkadaşlığı yaparken, fare içinden:
— Ben ne yiğitmişim, diye böbürleniyordu. Deve, farenin bu düşüncesini anladı. Kendi kendine:
— Hadi sen böyle kendini avut bakalım, ben sana gösteririm.
Gide gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir ırmağın kıyısına geldiler. Fare orada durdu, şaştı kaldı.
Deve:
— Ey dağda ovada bana yoldaşlık eden! Neden durdun. Haydi yiğitçe ırmağın ötesine geçsene. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin?
Fare:
— Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin. Boğulurum
diye korkuyorum.
Deve alaycı bir tavırla:
— Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış? diyerek hemen ırmağın içine ayağını bastı. Sonra:
— Ey kör fare! Su diz boyu kadar. Niye şaşırdın? Fare korkudan titriyordu.
— Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama, benim başımı yüz arşın geçer.
— Öyleyse bir daha haddini bil. Git farelerle boy ölçüş. Sen benimle yarışamazsın.
Fare pişman bir hâlde:
— Tövbe ettim, pişman oldum. Allah aşkına beni şu sudan geçir, diye yalvardı.
Deve fareye acıdı:
— Hadi atla sırtıma bakalım. Bu sudan geçmek benim isimdir, dedi ve birlikte karşı kıyıya geçtiler.

25 Ekim 2011 Salı

ASIL YİĞİTLİK SEVGİDE

Hazreti Mevlânâ bir gün bir yere giderken, bakmış ki iki Konya bıçkını ağız dalaşı yapıyor. Biri diğerine:
— Bana bak ulen! İbiğini bük, yoluna git! Eğer bir laf edersen, bin türlü karşılık alırsın benden ha!., diye diklenince, insanlığın piri Mevlana, patlamak üzere olan kavganın içine girerek, her ikisine de:
— Durun çocuklar, durun hele durun! Her ikiniz de ne söyleyecekseniz bana söyleyin, vuracaksanız bana vurun! Siz bin türlü lâf da etseniz, benden bir tane bile ters lâf işitemezsiniz!.. Haydin kesin şu kavgayı da sevgiye buyurun, sevgiye... Asıl yiğitlik sevgide!

ÜÇ ÖĞÜT

Adamın biri, bir kuşa tuzak kurmuş; onu faka bastırıp yakalamış. Kuş kurtulmak için bir yol aramış. Kendisini yakalayan adama;
— "Ey ulu hoca" demiş, "sen nice öküzler, koyunlar yedin; nice develer kurban ettin. Hiçbir zaman onlarla doymadın da, şu benim minnacık bedenimle mi doyacaksın? Beni bırak da sana üç öğüt vereyim; vereyim de bil bakalım; akıllı mıyım, aptal mı?
Sana bu üç öğüdün birincisini elindeyken, ikincisini şu damın üstündeyken vereceğim. Üçüncüsünü de ağacın dalına konunca söyleyeceğim. Bilesin ki, bu üç öğüde kulak verirsen bahtın da açık olacaktır."
Adam, kuşu ister istemez dinlemiş. Ne söyleyeceğini de merak etmiş. Kuşa, "Peki" der gibi bakmış. Kuş, adamın bu hâlini görünce;
— "Elindeyken söyleyeceğim söz şu: Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma!"demiş.
Bu söz, adamın hoşuna gitmiş. Diğer öğütleri de merak ediyormuş. Kuşu gönülsüzce serbest bırakmış. Kuş uçup damın üstüne konmuş. Hemen ikinci öğüdü söylemiş:
— "Geçmiş gitmiş şey için üzülme, ona özlem duyup da kendini paralama."
İkinci öğüdü söyleyen kuş, uçup ağacın en yüksek dalına konmuş. Merakla kendisini izleyen adama;
— "Biiiyor musun?" demiş. "Benim içimde, on dirhem ağırlığında, eşi bulunmaz bir inci vardı. Eğer beni bırakmasaydın, o inci seni büyük bir servete kavuşturacaktı. Sen de, oğulların da zengin olacaktınız. Fakat kısmetin değilmiş, dünyada eşi bulunmayan inciyi kaçırdın..."
Adam bu sözleri duyunca kıvranmaya, saçını başını yolmaya, inlemeye, ah vah etmeye başlamış. Adamın feryadını duyan kuş;
— "Biraz önce ben sana,'geçmiş gitmiş şey için üzülme, ona özlem duyup da kendini paralama'diye öğüt vermedim mi? Geçti gitti, ne diye dövünüp durur da kendini paralarsın. Ya öğüdümü anlamadın yahut da sağırsın! Ayrıca sana birinci öğüdümde, Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma!'demedim mi? Be adam, ben üç dirhem ağırlığında bile değilim, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunur?"
Adam, kuşun bu sözlerinden sonra kendine gelmiş. Aptalca bir duruma düştüğünü fark etmiş. Hemen toparlanıp;
— "Peki," demiş, "haydi o üçüncü öğüdü de söyle!" Kuş;
— "Evet," demiş, "önceki öğütleri pek iyi tuttun sanki. Üçüncü öğüdü de öğrenmek istiyorsun. Öyleyse kulaklarını aç da iyi dinle: Uykuya dalmış bilgisiz kimseye Öğüt vermek, çorak yere tohum ekmektir."
Kuş bu öğüdü de verdikten sonra uçup gitmiş. Şaşkın adam da arkasından bakakalmış.

ANNE FİLİN İNTİKAMI

Bir zamanlar Hindistan'da akıllı, bilgili ve merhametli bir adam yaşarmış. Bir gün, uzak bir diyardan iki üç dostu çıkagelmiş. Aç, çıplak ve perişan bir durumdalarmış. Pek çok sıkıntı çektikleri her hâllerinden belliymiş.
Adam kapısını çalan bu yolcuları güler yüzle karşılamış, onları içeri buyur etmiş. Ağırlayıp dinlenmelerini sağlamış.
Yolcuların önlerinde, gitmeleri gereken, uzun, zorlu bir yol varmış. Üçüncü gün tekrar yola çıkmışlar. Ev sahibi onları uğurlarken;
— "Aman dostlar," demiş, "size bir öğüdüm olacak. Ne olur beni canı gönülden dinleyiniz! Şimdi gideceğiniz yol üzerinde filler vardır. Onların yavruları pek semizdir, pek kuvvetsizdir. Yavrular gönlünüze pek hoş gelecek, onları avlamak isteyeceksiniz. Ama unutmayın ki anaları pusudadır, onları korur. Bir filin yavrusu kaybolmaya görsün... Ağlayıp inleyerek kilometrelerce yol yürür, kokusunu takip ederek yavrusunu arar durur. Hortumundan ateşler saçar, etrafa dumanlar savurur. Yavrularına çok düşkündür filler. Ayrıca kan güdücüdürler. Aç kalın, ot ve yaprakla yetinin. Ama sakın tamahkârlık edip de bir fil yavrusunu avlayıp yemeyin. Bu öğüdümü tutarsanız belâlardan uzak olursunuz. Ben, bana düşeni, gerekeni söyleyerek boynumdaki öğüt borcunu ödedim. Öğüdümü tutan esenlikte olacaktır. Haydi yolunuz açık olsun..."
Yolcular yollarına devam etmişler. Yolculuk bu ya, bir zaman sonra yiyecekleri bitmiş. Kıtlığa düşmüşler. Yiyecek, İçecek bulamaz olmuşlar. Açlıkları, susuzlukları arttıkça artmış. Yolculukları dayanılmaz hâle gelmiş. O sırada yeni doğmuş, semiz mi semiz bir fil yavrusu görmüşler. Aç kurtlar gibi fil yavrusunun başına üşüşmüşler. Onu kesip yemek için yanıp tutuşmuşlar.
içlerinden biri, kendilerine öğüt veren adamın sözlerini hatırlatmış. Fil yavrusuna dokunmamalarını istemiş. Yalvarıp yakarmış... "Yapmayın, etmeyin!.." demiş. Ama ona kulak asan olmamış. Fil yavrusunu kesmişler, pişirip bir güzel yemişler. Onları uyaran adam çok aç olduğu hâlde fil yavrusunun etinden yememiş.
Fil yavrusunun etini yiyerek karınlarını tıka basa dolduran adamlar yan gelip yatmışlar. Çok geçmeden de uyumuşlar. Fil yavrusunun etinden yemeyen adam ise açlıktan bir türlü uyuyamıyor, bir sağa bir sola dönüp duruyormuş.
Tam o sırada ansızın kızgın, iri mi iri bir fil çıkmış ortaya. Adam korkudan yerinden bile kımıldayamamış. Kızgın fil adama doğru yaklaşmış. Gelip etrafında dolaşmaya başlamış. Gözleri ateş saçmaktaymış. Bir ara adamın başında durmuş. Üç kere ağzını koklamış. Fakat yavrusunun kokusunu alamamış. Adama öfkeli gözlerle bakmış ama hiçbir şey yapmamış.
Koca fil, adamı bırakıp o kızgınlıkla uyuyanların başına gelmiş. Her birini koklamış. Ağızlarından yavrusunun kokusunu almış. Adamlar derin bir uykudaymış. Onları tek tek hortumuyla tutmuş, havaya kaldırıp yere vurmuş. Bununla yetinmemiş, ayaklarının altında ezmiş. Zavallı adamlar feci bir şekilde can vermişler. Yavrusunun öcünü alan fil, böğürerek çekip gitmiş.

ŞEYH VE HELVACI ÇOCUK

Cömertliği ile tanınmış, bir şeyh vardı. O yüzden hep borçlu idi. Büyüklerden, zenginlerden on binlerce borç alır, dünyadaki fakirlere, yoksullara harcardı. Borç para ile bir de tekke yaptırmış, canını da malını da Allah yolunda harcıyordu.
Şeyhin ömrü sonuna geldi, bedeninde ölüm belirtileri görüldü. Alacaklıları onun etrafında toplanıp durdular. Şeyh ise adeta bir mum gibi yanıp yakılmada, eriyip gitmekte idi. Alacaklıların para almaktan ümidi kesildiği için suratları asıktı. Gönüllerindeki para derdi de arttıkça artıyordu.
Şeyh kendi kendine, "Şu kötü zanlara kapılanlara bak. Benim borcumu ödemek için Allah'ın dört yüz dinar altını yok mudur?" diyordu.
Bu sırada helva satan bir çocuk, birkaç para kazanmak ümidiyle dışarıda:
— Helva! diye bağırdı. Şeyh hizmetçisine gizlice:
— Dışarı çık da, helvanın hepsini satın al, diye işaret etti.
Alacaklılar o helvayı yerler de, bir süre olsun bana acı acı bakmazlar, diye düşündü. Hizmetçi helvanın hepsini satın almak için hemen dışarı çıktı. Çocuğa:
— Helvanın hepsi kaça? diye sordu. Çocuk:
— Bir dinar, diye cevap verdi. Hizmetçi:
— Dervişlerden fazla kâr isteme, sana yarım dinar vereceğim. Artık başka söz söyleme.
Hizmetçi, helvayı kabı ile beraber getirip şeyhin önüne koydu. Şeyh alacaklılara:
— Buyurun, Bu helvayı afiyetle yiyin, helal olsun, dedi. Kap boşalınca, çocuk kabını aldı ve şeyhe:
— Efendim, şimdi benim dinarımı verin, dedi. Şeyh:
— Ben parayı nerden bulup vereyim. Ben borçlu bir kişiyim ve borçlu olarak ahiret yokuşuyum.
Çocuk, bu cevap üzerine kızdı, kabı yere vurdu. Ağlayıp bağırmaya başladı. Aldatıldığı için hıçkıra hıçkıra ağlıyor:
— Keşke iki ayağım kırılsaydı da, şu tekkenin yanından geçmeseydim, diyordu.
Çocuğun feryadı yüzünden orada ne kadar adam varsa hepsi geldiler, çocuğun başında toplandılar. Helvacı çocuk şeyhin önüne gelerek:
— Ey taş yürekli şeyhi Şunu bil ki senin yüzünden ustam beni döve döve öldürür. Onun yanına eli boş dönersem beni mahveder. Vicdanın buna razı olur mu?
Alacaklılar da bu kötü işi görüp şeyhe dönerek:
— Bu ne rezalet, yaptığını beğeniyor musun? Bizim malımızı yedin. Bu yetmiyormuş gibi çocuğun da hakkını yedin. O çocuk ikindi vaktine kadar ağladı. Şeyh gözlerini kapamış, ona hiç bakmıyordu. Bu cefaya, bu haksızlığa aldırış etmiyordu.
Çocuğa verilecek para oradakilerden toplansa, herkese birkaç akçe düşerdi. Fakat şeyh manevî tasarrufuyla oradakilerin bu cömertliğini engelliyordu. Çünkü şeyh, kimsenin çocuğa bir şey vermemesini arzu etmişti. Pirlerin gücü bundan da fazladır.
İkindi vakti gelince hizmetçi, cömert birisinin gönderdiği tabağı getirdi. Hem mal, hem hâl sahibi, şeyhin sıkıntısını duymuş, ona armağan göndermişti.
Gelen tabağın bir kenarında dört yüz dinar vardı. Bir kenarında da bir kâğıda sarılmış yarım dinar bulunuyordu.
Hizmetçi geldi, şeyhin huzurunda eğildi. Ve tabağı önüne koydu. Tabağın üstündeki örtü kaldırılınca halk şeyhin kerametini gördü.
— Ey şahların şahı! Bu nedir, ne hâldir? Bu ne sultanlıktır. Biz senin büyüklüğünü bilemedik. Saçma sapan sözler söyledik.
Şeyh:
— Bütün o sözleri size helâl ettim. Helâl olsun. Bu yaptığımın sırrı şudur:
Borcumun ödenmesini Allah'tan istemiştim. O da bana bu hususta doğru yolu gösterdi. O yarım dinar pek az bir paraydı, ama onun ele geçmesi çocuğun ağlamasına bağlı idi.
Helvacı çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi köpürmeyecek, sizin de borcunuz ödenmeyecekti. Bunun için helvayı aldım, çocuğu ağlattım.

ÜÇ BALIK

Bir gölde üç balık yaşarmış. Oldukça büyük olan bu balık'lar, kendi hâllerince yaşayıp giderlermiş. Derken günün birinde, gölün kenarına bir kaç adam gelmiş. Gölde oynayan bu iri balıkları görünce iştahları kabarmış. Onları yakalama sevdasına düşmüşler. İçlerinden biri;
— "Hemen bir ağ getirelim de şunları yakalayalım." demiş. Balıklar bu sözü duymuşlar. İçlerinden en akıllıları;
— "Bu adamlar geri gelmeden bu gölden uzaklaşmak, güvenli bir yer bulmak gerek..." demiş.
Diğer ikisi bu sözlere hiç aldırmamış. Gölde oynaşmaya devam etmişler. Akıllı balık harekete geçmiş. Göl bir ırmağa açılmaktaymış. Hemen ırmağa doğru yol almış. Balıkçılar gelmeden ırmağa ulaşmış. Yukarılara doğru kaçıp gitmiş.
Çokgeçmemiş, balıkçılar ellerinde bir ağla dönmüşler.O iki balığın peşine düşmüşler. Balıkçıları ellerinde ağla gören balıkların sonunda akılları başlarına gelmiş, gelmiş ama iş işten de geçmiş. Sağa sola kaçmaya başlamışlar. Balıklardan biri bakmış ki kurtuluş yok, kendi kendine;
— "Bari ölü taklidi yapayım, belki kurtulurum." demiş.

Hemen uygulamaya geçmiş. Ters dönüp sırt üstü yatmış. Karnını suyun yüzüne çıkarıp, ölü numarası yapmış. Kımıldamadan, ölü gibi durmaya çalışmış.
Balıkçılar onu görünce çok üzülmüşler. "Ah vah!"edip;
— "Ne güzel, ne büyük bir balıkmış. Ne yazık ki ölmüş!" demişler.
Balıkçılardan biri, onu kuyruğundan tutup gölün kenarına fırlatmış. Balıkçılar üçüncü balığın peşine düşünce, gölün kenarındaki balık bin bir güçlükle suya ulaşmış. Sessizce suya dalmış, kuytu bir yer bulup gizlenmiş.
Balıkçılar, uzun bir uğraştan sonra üçüncü balığı ağa düşürmeyi başarmışlar. Ağı kıyıya çekip balığı kıskıvrak yakalamışlar.
Balık, kurtulmak için balıkçıların elinde debelenip durmuş. Ama bütün çabası boşa gitmiş. Daha önce kendisine yapılan uyarıyı dikkate almadığı için bin pişman olmuş. Ne var ki iş işten geçmiş, son pişmanlık fayda vermemiş. Akılsızca davranmanın cezasını canıyla ödemiş.

FİL NEYE BENZER

Hintliler, karanlık bir yere bir fil getirip koymuşlar. O güne kadar hiç fil görmemiş insanlara onu göstermek, onu tam tarif edip edemeyeceklerini öğrenmek istiyorlarmış.
Fili görmek için o karanlık yere birçok adam toplanmış. Fakat yer o kadar karanlıkmış ki, fili görmenin imkânı yokmuş. Göz gözü görmeyecek kadar karanlık olan bu yerde, file ellerini sürmeye başlamışlar. Orasını burasını tutup yoklamışlar.
Bir zaman sonra Hintliler, adamları bu karanlık yerden dışarı çıkarmışlar. Adamlardan her birine;
— "Fil nasıl bir hayvandır?" diye sormuşlar. Filin hortumuna dokunup yoklayan adam;
— "Fii, bir oluğa benziyor."demiş.
Filin kulağına dokunup yoklayan adam;
— "Fil, bir yelpazeye benziyor." demiş. Filin ayağına dokunup yoklayan adam;
— "Fil, bir direğe benziyor." demiş. Filin sırtına dokunup yoklayan adam;
— "Fil, bir tahta benziyor..." demiş.
Karanlık yere girip de fili yoklayan kim varsa, hepsinden bir cevap alınmış. Herkes filin hangi yerine dokunduysa, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmış. Her biri farklı şeyler söylemiş. Görüşleri, sözleri birbirini tutmamış.
Amaçlarına ulaşan Hintliler, elbette şunu biliyorlarmış: Eğer insanlar o karanlık yere ellerinde bir mumla girmiş olsalardı, sözlerinde hiçbir aykırılık olmayacaktı. Çünkü herkes aynı şeyi görüp, aynı şeyi söyleyecekti.

TAKLİT

Yine bir derviş, uzun bir yolculuktan sonra bir tekkeye misafir oldu. Eşeğini çekip ahıra götürdü. Kendi eliyle suyunu ve yemini verdi.
Tekkede bulunan dervişler yoksul kişilerdi. Parasızlıktan, birleşip eşeği satmaya karar verdiler. Sattılar da. Ellerine geçen parayla yiyecek aldılar:
—Tekkede bu gece yemek var, sema var, diye haber yayıldı.
Konuk, bu iltifatın kendisine yapıldığını sandı. Onların yakın ilgi ve sevgilerini görünce:
— Bu gece eğlenmeyeyim de ne zaman eğleneyim, dedi.
Yemekler yendi, sema başladı. Dervişler el çırparak ayak vuruyorlar, secde ederek yeri süpürüyorlardı.
Artık semanın sonuna gelmişlerdi. Çalgıcılardan birisi yörük semai usulünden bağırmaya başladı:
— Eşek gitti, eşek gitti.' Diğerleri de aynı şeyi tekrar etmeye başladılar:
— Ey oğul eşek gitti, eşek gitti!
Konuk derviş de aynı şeyi söyleyip duruyordu.
Sema bittiğinde sabah olmuş, herkes vedalaşarak tekkeyi boşaltmışlardı. Derviş de eşyalarını alarak eşeğe yüklemek üzere dışarı çıktı. Ahıra uğradı. Fakat eşeğini bulamadı.
"Hizmetçi suya götürmüş olmalı, çünkü dün az su içmişti" diye düşündü.
Biraz sonra hizmetçi göründü. Derviş eşeğini sordu. Hizmetçi olanları anlattı ona. Derviş kızmıştı:
— Ben eşeği sana emanet etmiştim. Ondan sorumlu sensin, diye çıkıştı. Hizmetçi:
— Dervişlerin hepsi birden hücum etti, beni yendiler. Hatta dayak bile yedim. Sen bir ciğer parçasını kedilerin arasına atıyorsun, sonra da onu aramaya kalkışıyorsun.
Derviş dedi ki:
—Tutalım, eşeği senden zorla aldılar ve benim gibi yoksul birinin kanına girdi. Peki, niçin bana gelip söylemedin, eşeğini götürüyorlar demedin? Eğer söyleseydin, kim aldıysa ondan geri alırdım. Hâlbuki şimdi her biri bir yana dağıldı.
Hizmetçi:
— Vallahi kaç kez geldim. Sana bu işleri anlatmak istedim. Fakat sen de ötekiler gibi "Oğul, eşek gitti, eşek gitti" deyip duruyordun. Ben de bu işi bildiğini sandım. Arif bir adamdır deyip geri döndüm.
Derviş:
— Onların hepsi hoş hoş söylüyorlardı. Ben de onlara kapıldım, taklit ettim onları. Beni bu taklit ele verdi. Yüz kere lanet olsun o taklide.

HAZRETİ ÖMER VE İHTİYAR ÇALGICI

Hazreti Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çeng çalan bir çalgıcı vardı. Bülbül onun çenginin sesini duyunca kendinden geçerdi. O güzel sesi dinleyenlerin neşeleri yüz kat artardı. Meclisleri, toplulukları onun sesi ve nefesi süslerdi.
O öyle bir çalgıcı idi ki dünya onun yüzünden neşe ile dolmuştu. Onu dinleyenler eşi bulunmaz acayip hallere dalıyordu.
Aradan nice zamanlar geçip de çalgıcı ihtiyarlayınca, gönülleri avlayan nice doğan kuşu gibi, canı acze düştü ve artık sinek avlamaya başladı. Sırtı köpek sırtı gibi kamburlaştı. Kaşları gözünün üstüne semer kayışı gibi düştü. Cana can katan güzelim sesi çirkinleşti. Artık hiç kimse ona önem vermez oldu.
İşte böyle zamanlarda Allah'a yalvararak:
— Ey Allah'ım! Artık kazancım yok. Elim ermez, gücüm yetmez oldu. Evet, bana uzun bir ömür verdin, yıllarca günah işleyip durdum. Bir gün olup rızkımı kesmedin. Ey Allahım, ben artık bugün senin için çalacağım.
İhtiyar çalgıcı çengi omuzladı. Allah'a sığınmak, ona çeng çalmak için ah vah ederek Medine Mezarlığına yöneldi. Kendi kendine dedi ki:
— Ben, çalacağım çengin ücretini Allah'tan isterim. Çünkü O,özü doğru olanları kabul eder.
Bir hayli çaldı, ağladı, sonra çengi yastık yaptı. Mezarın yanında, başının altına cengi koyup yattı.
Uyku, onu kendisinden aldı. Can kuşu, hapisten kurtuldu. Çalgıcıyı da çalgıyı da bıraktı gitti. Çalgıcının ruhu, mana âleminde gezip duruyordu. Burada hayaller kuruyor, maceralar arıyordu.
— Ah, diyordu. Beni burada bıraksalar, bana burada bir yer verseler, ne iyi olurdu. Burada bu mana âleminde başsız ayaksız yolculuklar ederdim. Dudaksız, dişsiz şekerler yerdim.
O sırada Hazreti Ömer'e, evinde otururken bir uyku geldi ki bu uykudan başını kaldıramadı. Hazreti Ömer:
— Ey Allahım! Böyle uykuya alışık değilim. Bu uyku sebepsiz değildir. Her halde gizli âlemden geliyor.
Başını yastığa koydu, yattı. Bir rüya gördü. Rüyasında Hakk tarafından bir ses geldi. Bu sesi ruhu işitti. Bu ses:
— Ey Ömer! Kulumuzu ihtiyaçtan kurtar. Bu kulumuz has ve muhterem bir kuldur. Onu görmek için mezarlığa kadar git. Ona Hazineden ihtiyacı ve hakkı olan yedi yüz dinarı ver. O parayı ona götür ve de ki: "Ey Allah'ın kulu, şimdilik bunu getirdim bu senin ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bunu harca tükenince buraya gel."
Hazreti Ömer rüyasında işittiği sesin heybetinden uyandı, yerinden sıçradı, kalktı ve bu hizmeti görmek için hazırlandı. Parayı koltuğunun altına aldı ve mezarlığın yolunu tuttu.
Koşa koşa Allah'ın bu has kulunu aramaya koyuldu. Mezarlığın çevresinde bir hayli döndü, dolaştı. Fakat uyuyan o ihtiyardan başka kimseyi göremedi. Kendi kendine:
— Bu olmasa gerek, dedi.
Fakat aradı, taradı başka kimseyi de göremedi. "Cenâb-ı Allah tertemiz has kulum var diye buyurdu. Bu ihtiyar nasıl bir has kul olabilir." diye düşündü.
Sonra geldi, ihtiyar çalgıcının önünde saygıyla durdu. Bu sırada Hazreti Ömer öksürdü, öksürünce ihtiyar uyandı, sıçradı. Hazreti Ömer'i gördü, şaştı kaldı. Gitmek istedi ve korkudan titremeye başladı. İçinden "Ya Rabbi! yardım et. Nasıl oldu da polis geldi, benim gibi bir ihtiyar çalgıcıya çattı?
Hazreti Ömer, ihtiyarın yüzüne baktığı zaman, onu utanmış, beti benzi sararmış bir şekilde görünce, Ona:
— Benden korkma. Sana müjde getirdim. Allah seni o kadar övdü ki sonunda Ömer senin yüzüne âşık oldu. Gel şöyle yanıma otur. İşte ihtiyacın olan birkaç altın. Bunları harca, yine buraya gel.
İhtiyar bu sözü duyunca titreyip ağlamaya başladı. Elini ısırıp dövünmeye durdu:
Ey eşi benzeri bulunmayan Allah'ım! Zavallı kulun utancından erdi, su kesildi, diye feryat etti.
Bir hayli ağladı; derdi, kederi çoğaldı. Nihayet çengi yere vurdu, parça parça etti. Parçaladığı cenge seslenerek:
— Ey Rabbimle aramda perde olan! Ey Hakk yolundan beni saptıran, ey yolumu kesen! Allah bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün bile kıymetini kimse bilemez, fakat ben ömrümü boşa geçirdim. Bana verilen nefesleri tiz ve peşlerle tükettim. Eyvahlar olsun ki gün bitti, akşam oldu.
Hazreti Ömer çalgıcıya dedi ki:
— Senin bu sızlayışın, senin kendinde oluşunun belirtisidir. Allah aşkında fani olmuş, kendinden geçmiş, aklını yitirmiş bir kimsenin yolu, başka bir yoldur. Aslında geçmişi anmakta, gelecekten korkmak da Allah'a karşı bir perdedir. Her ikisini de, geçmiş zamanı da geleceği de ateşe at, yak.
O zaman, ihtiyar çalgıcının gönlüne öyle bir hayranlık düştü ki, yerden de dışarı çıktı, gökten de. Böylece bütün âlemi unuttu. İhtiyar, dedikodudan, dünyadan elini eteğini çekti.

PADİŞAHIN KÖLELERİNİ İMTİHAN ETMESİ

Bir padişah ucuzca iki köle satın aldı. Onlardan birini çağırdı ve onunla konuşmaya başladı. Padişah satın aldığı kölelerin zekâsını ve yeteneklerini, huylarını öğrenmek istiyordu.
Padişah konuştuğu köleyi anlayışlı, zeki, hoş sözlü buldu. Köle, öyle cevaplar veriyordu ki padişahın sorularına, başkası o cevapları beş yüz defa düşündükten sonra verebilirdi. Sanki onun içinde, bilginin denizi vardı. O denizde baştan sona söz incileriyle doluydu.
Padişah, o köleciği zeki görünce, onu bıraktı. Öbürüne "Buraya gel" dedi.
İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu. Dişleri de kapkara idi.
Padişah onun konuşmasından hoşlanmadı, ama yine de onun gizli hâlini araştırmadan, sırlarını öğrenmeden kendini alamadı.
Ona:
Bu kılıkla, bu kokmuş ağızla benden uzakta dur, ama fazla uzağa da gitme, dedi. Sonra ilave etti:
— Şöyle otur da bir iki hikâye söyle, aklının derecesini anlayalım.
Padişah daha önce konuştuğu köleye de dönerek:
— Hadi! Sen de hamama git, güzelce yıkan, dedi. Diğeri gittikten sonra, konuşturmak istediği köleye:
— Sen akıllı bir kişisin. Sen aslında köle değilsin. Senden önce konuşan arkadaşın, senin hakkında kötü sözler söyledi. Görüyorum ki sen onun söylediği gibi değilsin. Arkadaşın senin hakkında "O hırsızdır, doğru adam değildir", dedi.
Köle:
— O daima doğru söyler, ben hayatımda onun gibi doğru söyleyenine rastlamadım. O ne söylerse doğrudur Padişahım! Belki de o bende birçok ayıplar görmüştür ki, o ayıpları ben kendimde göremiyorum.
Padişah:
— Hadi bakalım, o senin kusurlarını söylediği gibi, sen de onun kusurlarını söyle. Söyle de doğruyu anlayalım.
Köle padişaha:
— Padişahım! O benim gerçekten hoş bir arkadaşımdır. Gene de ben onun kusurlarını size söyleyeyim. Onun kusuru, sevgidir; vefadır; insanlıktır. Onun ayıbı; zekâdır, doğruluktur, dostluktur. Onun bir başka ayıbı da kendini beğenmemesidir.
Padişah:
— Arkadaşını övmede böyle ileri gitme. Onu överken kendini övüyorsun. Çünkü onu imtihan ederim de sonra utanırsın.
Köle:
— Hayır padişahım, onu asla övmedim. Padişah kölenin sözünü keserek:
— Başkalarını övmeyi bırak ta kendinden bahset. Senin neyin var? Ne elde ettin? Şu hayat denizinin derinliklerinden ne inci çıkardın.
Bu konuşma böyle uzayıp gitti. Bir süre sonra diğer köle hamamdan, geldi. Padişah onu huzuruna çağırdı. Kendisine:
- Sağlık, afiyet olsun. Pek güzel oldun, pek hoş oldun. Fakat arkadaşının senin hakkında söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu? O zaman seni gören neşelenir, sevinirdi. Köle öfke ve heyecan dolu bir sesle:
— Ey padişahım! O akılsızın benim hakkımda söylediği sözlerden birazını söyleyin lütfen.
Padişah:
— O senin önce ikiyüzlülüğünü anlattı, senin görünüşte iyi, ama aslında kötü ahlâklı olduğundan bahsetti.
Köle, arkadaşının kendi hakkında kötü sözlerini padişahtan duyunca, öfkelendi; küplere bindi. Ağzı köpürdü, yüzü kızardı.
Padişaha:
— O önceleri benim dostumdu, fakat küfürbazdı. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, çoğu zaman ot yerdi. Arkadaşını çekiştirmek için konuşmaya böylesine can atan köleyi gören padişah:
— Artık yeter. Bu deneme ile ikinizi sınadım. Gördüm ki senin ruhun kokmuş, onun ağzı kokuyor.
Bundan sonra, sen onun emrine uyacaksın. Arkadaşın senin âmirin olacak. Onun dediğinden dışarı çıkmayacaksın.

EŞEK İLE ÖKÜZ

Günün birinde, bir eşekle bir yaban öküzü arkadaş olmuşlar. Sürekli birlikte gezmeye başlamışlar. Derken bir akşamüzeri gözlerine kestirdikleri bir bahçenin kenarına gelmişler. Hava kararınca bahçeye girmişler. Bahçede ne buldularsa yemeye koyulmuşlar. Karınlarını tıka basa doldurmuşlar.
Karnı iyice doyan eşeğin, o an eşekliği tutmuş. Öküze;
— "Biliyor musun?" demiş. "Şöyle keyfimce bir anırmak, bir anırmak istiyorum ki, dağ taş inlesin!"
Öküz;
— "Aman kardeş!"demiş. "Sen ne diyorsun? Sakın anırayım deme! Biraz sabret. Çünkü biz buraya bekçilik yapmak için değil, hırsızlık yapmak için geldik. Eğer anırırsan, bahçıvanlar bizi hemen duyarlar. Koşarak gelir, öyle bir dayak atarlar ki, bir daha belini bile doğrultamazsın. Şimdi anırmanın zamanı değildir. Hele şuradan bir çıkalım, o zaman istediğin gibi anırırsın."
Eşek, öküzün bu sözlerine hiç kulak asmamış. Öküze;
— "Ahmaklık etme!" demiş. "Şu dünyada şarkıdan daha tatlı bir şey var mı? Doğru ya! Sen anlayışsız, kaba, zevk yoksunu, yabani hayvanın tekisin. Sende o ince şair tabiatı ne arar? Sen nağmeden ne anlarsın!
Şimdi bana karışma da, kulaklarını iyi aç; billur sesimi zevkle dinlemeye hazırlan."
Yaban öküzü direnmiş:
— "Be hey anlayışsız eşek!" demiş. "Hiç uygun olmayan böyle bir zamanda, değil şarkı söylemenin, konuşmanın bile yeri olmaz. Kaldı ki, senin o cırtlak, o berbat sesine kim kulak verecek de, müzik zevki alıp memnun olacak. Bu zevke sahip olanlar, seni dinlemek bir yana, sesinden bile nefret edip kaçarlar. Senin yapacağın en iyi şey susmaktır, varolan ritmi bozmamaktır. Hem ne demişler: "Vakitsiz öten horozun başını keserler. Eğer şu tehlikeli yerde bir eşeklik edip de anırmaya başlarsan, başımıza öyle büyük bir dert açarsın ki, inan, ikimiz de yanarız."
Ne var ki, eşek, eşeklik etmiş; işi inada bindirmiş. Öküzün söyledikleri bir Kulağından girmiş, öbür kulağından çıkmış. Birdenbire, o çirkin sesiyle bangır bangır anırmaya başlamış. Sesi dağı taşı delmiş. Onun sesini işiten bahçıvanlar, "Bahçemize bir eşek girmiş." diyerek koşup gelmişler. Ne öküz, ne eşek kaçabilmiş. Eşeği de, öküzü de kıskıvrak yakalamışlar. Her ikisini de ahıra tıkmışlar. Sabah olur olmaz, yaban öküzünü kesmişler, etinden kavurma yapmışlar. Eşeğe de bir yular takmışlar, hemen işe koşmuşlar.
Öküz, ölüp kurtulmuş. Eşek ise, ömrünün sonuna kadar, taş taşıma işinde kullanılmış.

SANA TERAZİ YOK

Adamın biri, bir kuyumcuya gidip;
— "Bana terazini verir misin? Altın tartacağım," demiş. Kuyumcu;
— "Bende elek yok, sana veremem." demiş. Adam;
— "Benimle alay mı ediyorsun? Ben elek değil, terazi istiyorum!" demiş.
Kuyumcu bu sefer de;
— "Bende süpürge yok, sana süpürge veremem..." demiş. Adam iyice şaşırmış;
— "Yahu ne süpürgesi, ben senden terazi istiyorum, terazi!" demiş.
Bunun üzerine kuyumcu;
— "Bak babacığım, sen yaşlı bir adamsın. Altın tozunu teraziyle tartmaya çalışırken ellerin titreyecek, altını dökeceksin. Döktüğün altınları toplamak için gelip benden süpürge, daha sonra da bu altınları elemek için elek isteyeceksin. Bir tahminde bulundum. Onun için sana en son isteyeceğin şeyleri söyledim, yani terazi yok, dedim."demiş.

ŞAŞI ÇIRAK

Bir ustanın şaşı bir çırağı varmış. Bir gün ustası bu çırağa;
— "Bizim eve git. Girişteki rafta bir şişe var. Onu al, bana getir." demiş.
Şaşı çırak hemen eve gitmiş. Kapıyı açıp İçeriye girmiş. Ustasının dediği rafa bakınca iki şişe görmüş. Dönüp geri gelmiş. Ustasına;
— "Ustacığım hangi şişeyi getireyim. Çünkü dediğiniz rafta iki şişe var"demiş.
Usta;
— "O rafta iki değil, sadece bir şişe var. Git onu getir." diye tekrarlamış.
Çırak ayak diretip itiraz etmiş. Usta bu duruma biraz sinirlenmiş ve çırağı azarlamış. Azar işiten çırak;
— "Beni boş yere azarlama usta. O rafta iki şişe var. Hangisini getirmemi istiyorsan açıkça söyle." demiş.
Usta, çırağına şöyle bir bakmış. Ne söylerse söylesin, çırağın inadını sürdüreceğini anlamış. Çırağa;
— "Orada iki şişe var diyorsun, öyle olsun... Git, birini kır, diğerini alıp gel." demiş.
Çırak gitmiş. Raftaki şişelerden birini alıp yere çalmış. Şişe kırılmış. Rafa tekrar uzanmış. Ama rafta hiç şişe yokmuş. Şaşırıp kalmış. Ustasını dinlemediği için çok pişman olmuş. Başı önde ustasının yanına gelmiş. İnadından dolayı çok utanmış.

BEZİRGAN İLE PAPAĞAN

Bir tüccarın, çok sevdiği bir papağanı varmış. Kafeste tuttuğu bu güzel kuşa, gözü gibi bakarmış.
Bu tüccar, zaman zaman ticaret için yola çıkarmış. Yine bir gün Hindistan'a gitmek için yol hazırlığına başlamış. O sırada yanında çalışanlardan her birine ayrı ayrı;
— "Sana Hindistan'dan ne getireyim? Ne istersin?" diye sormuş.
Yanında çalışanların her biri, ayrı bir şey istemiş. Onların isteklerini bir yere kaydetmiş. Sonra papağanın yanına gelmiş. Papağana;
— "Ey güzel kuşum, sana ne getireyim? Hindistan'dan sen ne istersin?" diye sormuş.
Papağan;
— "Falan ormana uğra. Oradaki papağanları görünce hâlimi anlat ve onlara, 'Falan Papağan benim kuşumdur. Ben onu kafeste besliyorum. Size selâm söyledi ve şunları söylememi istedi: Ben gurbet ellerde kafeslerde sizin hasretinizle can vereyim, siz özgürce yeşillikler içinde dolaşıp durun. Bu reva mıdır? Hiç değilse bir seher vakti bu garibi de hatırlayın ki, birazcık mutlu olayım, diyor'de" demiş. Tüccar;
— "Sadece bu kadar mı?"demiş. Papağan;
— "Başka bir şey istemem" demiş.
Tüccar kervanını düzmüş, yola koyulmuş. Günler, geceler boyu yol gitmiş. Sonunda Hindistan'a varmış. İlk önce çok sevgili papağanının söylediği ormana uğramış. Meğer yeşilliklerle kaplı bu yer, papağanların anavatanıymış. Sayısız papağan varmış. Kendi hâllerinde ötüşüp duruyorlarmış. Tüccar hemen atını durdurmuş. Bir grup papağana yaklaşıp;
— "Ben falan memlekette, filan kişiyim. Ticaret yapmak için buralara geldim. Benim bir papağanım var. Size selâm söyledi ve böyle böyle dememi istedi."dedi.
Tüccar, sözlerini bitirir bitirmez papağanlardan birisi titremiş, nefesi kesilmiş, düşüp ölmüş.
Bu durum karşısında şaşkına dönen tüccar, bu haberi verdiğinden dolayı bin pişman olmuş. Kendi kendine;
— "Ne yaptım ben?" demiş. "Bu zavallı kuşun ölümüne sebep oldum. Galiba bu ölen kuş, benim kuşumun bir yakını, onu candan seven biri olsa gerek. Yakınının durumunu öğrenince, ondan uzakta olmanın acısına dayanamayarak öldü."
Aradan bir hayli zaman geçmiş. Tüccar alışverişini bitirip memleketine dönmüş. Herkesin istediğini bir bir vermiş. Çok sevdiği papağanı da, kafesinde bu olanları seyrediyormuş. Sonunda dayanamayıp tüccara seslenmiş:
— "Hemcinslerimi, dostlarımı gördün mü? Söylediklerimi ilettin mi onlara? Ne dediler sana? Ne gördünse, ne dedilerse anlat; beni de mutlu et."
Tüccar son derece üzgün;
— "Sevgili kuşum" demiş, "kusura bakma. Söylemesem daha iyi olacak sanıyorum. Çünkü hâlâ o saçma sapan haberi götürerek yaptığım akılsızlığa ve cahilliğe yanmaktayım. Onun için anlatmasam daha iyi."
Papağan anlatması için ısrar etmiş. Bunun üzerine, tüccar da istemeye istemeye olanları anlatmış:
— "Söylediğin yere vardım. Dostların olan papağanları gördüm. Selâmını ve senin söylediklerini ilettim, içlerinden biri buna dayanamadı. Çok üzüldü, titredi, bir anda hareketsiz kaldı ve öldü. Söylediklerime bin pişman oldum. Fakat boşuna, bir kere söylemiş bulundum." Tüccarın bu sözlerini duyan papağan, kafesin içinde titremiş; bir anda hareketsiz kalmış ve çok geçmeden de düşüp ölmüş.
Bunu gören tüccarın aklı başından gitmiş. Ağlayıp sızlamaya başlamış. Külahını yere vurup;
— "Ey güzel kuşum, sana ne oldu? Ne hâle geldin? Ben ne yaptım? Başıma ne işler açtım?" diye dövünmüş.
Tüccar sonunda ölü papağanı kafesten çıkarmış. Pencerenin kenarına getirip bırakmış. Papağan o anda canlanıp uçmuş. Bir ağacın en yüksek dalına konmuş.
Tüccar bu işe şaşıp kalmış. Aklı başına geldikten sonra papağana seslenmiş:
—"Ey güzel kuşum! Bu ne iştir, bu ne hâldir? Anlat hele... Bu hileyi nasıl öğrendin de beni kandırdın?"
Papağan konduğu yerden seslenmiş:
—"Sevgili efendim! O Hindistan'da gördüğün papağan, benim selâmımı alınca ölmüş numarası yapıp bana şu haberi göndermek istedi:
'Eğer kurtulmak istiyorsan ölmüş numarası yap. Ben de gördüğün gibi onun dediğini yaptım ve kafesten kurtuldum. Şimdi artık istediğim gibi uçabilir, istediğim yere gidebilirim. Haydi hoşçakal..."
Papağan bir anda havalanmış. Uçarak gözden kaybolmuş. Tüccar da arkasından bakakalmış.

GÖNÜL AYNASI

Padişahın sarayındaki Çinli ressamlar "Biz Türk ressamlarından daha iyi, daha hünerli ressamlarız." iddiasında bulunurlar. Türk ressamlar ise "Bizim resimdeki ustalığımız sizden daha üstündür" derler.
Bunun üzerine padişah bir gün:
— İddianızda hanginiz haklısınız? Bunu anlamak için sizi imtihan edeceğim, der.
Çin ressamları ile Türk ressamları yarışmaya girişirler. Fakat Türk ressamlar bu yarışmadan çekinir gibi olurlar.
Çinliler:
— Padişahım! Bize özel bir oda veriniz, biz o odada çalışalım. Bir oda da Türklerin olsun, teklifinde bulunurlar.
Kapıları karşılıklı iki oda vardır. Odalardan birini Çinliler alır, birini de Türklere verirler. Çinliler padişahtan yüzlerce çeşit renkte boya isterler. Padişah onların isteklerinin hepsini yerine getirir.Türk ressamlar ise:
— Ne resim, ne boya bizim işimize yaramaz. Bize sadece pas giderici nesne gerekir.
Türk ressamlar kapıyı kaparlar, duvarı cilalamaya başlarlar. Odanın kapıya karşı olan duvarını gökyüzü gibi saf, temiz ve parlak bir hale getirirler.
Padişah önce Çinli ressamların odasına girer. Çinli ressamların yaptığı resimleri görür. Onların inceliğine, güzelliğine şaşırıp kalır. Aklı başından gider.
Sonra Türk ressamlarının yanına gelir. Padişah gelince Türkler iki oda arasındaki perdeyi kaldırırlar. Karşı odada Çinlilerin yaptığı resimler ve nakışlar bu odanın cilalanmış duvarına daha parlak bir şekilde yansır.
Padişah Çinliler tarafında ne görmüşse, bu odada ondan daha iyisini, daha güzel görür. Resimler öyle canlı öyle güzeldir ki insanın gözünü almaktadır. Bunu gören padişah, Türk ressamlarını daha başarılı bulur ve tebrik eder.

DİL BİLGİNİ İLE GEMİCİ

Bir dil bilgini bir gemiye binmiş. Epey bir yol aldıktan sonra gemiciye sormuş:
— "Ey gemici, dil bilimini bilir misin?" Gemici;
— "Hayır, bilmem." demiş. Dil bilgini gülerek;
— "Desene ömrünün yarısı boşa gitti."demiş.
Gemici bu sözlere alınıp kızmış, fakat ses çıkarmamış. Bir zaman sonra bir fırtına kopmuş. Gemi bir girdabın ortasında kalakalmış.
Çok korkan dil bilgini bir yere büzülmüş, öylece beklemekteymiş. Onun bu hâlini gören gemici, dil bilginine seslenmiş:
— "Muhterem efendim, yüzme bilir misin?" Dil bilgini;
— "Ne gezer, ben yüzme bilmem."demiş. Gemici büyük bir keyifle;
— "Yazık!" demiş. "Desene ömrünün tamamı boşa gitti.Böyle giderse gemi bu girdaptan kurtulmaz, batar!"

UKALA YOKSUL

Herat şehrinde yoksul bir küstah vardı. Makamı yüksek, padişahın has nedimi bir köle olan Amid'i gördü; Amid ata binmiş ipek elbiseler içinde altın kemer kuşanmış gidiyordu.
Yoksul yüzünü gökyüzüne çevirerek:
— Allah'ım kula bakmayı, neden şu lütuflar, ihsanlar sahibi efendiden öğrenmiyorsun? Giydirmeyi beslemeyi şu büyüğümüzden öğrensene?
Yoksuldu, muhtaçtı, çıplaktı yiyeceği yoktu. Kışın soğukta tirtir titriyordu. Kendinden haberi olmayan o zavallı, elinde olmadan böyle bir cürette bulunmuş, Cenab-ı Hakk'a karşı söz söylemişti. Allah'ın sonsuz lütfuna güveniyordu aslında.
Nihayet padişah günün birinde en yakın hizmetçisi Amid'i bir konu yüzünden suçladı. Elini ayağına bağladı onu esir aldı. Padişah, Amid'in emrindeki kölelerine de:
— Çabuk söyleyin, efendinizin definesi nerede? diye işkence yaptı. Eğer definenin yerini söylemezseniz boğazınızı, dilinizi kestiririm. Tam bir ay onlara işkence yaptı. Gece gündüz padişahın adamları, köleleri sorguya çektiler. Sonra onların hepsini paramparça ettiler, fakat içlerinden hiçbir köle efendisinin sırrını söylemedi.
O küstah yoksul, uykuda iken gizliden gelen bir ses ona:
— Gel, sen de kul olmayı Amid'in bu kölelerinden öğren, buyurdu.

22 Ekim 2011 Cumartesi

CÖMERT PADİŞAH

Çölde yaşayan bir bedevi karısıyla birlikte çadırında oturuyordu. Bir gece karısı uzun uzadıya söylendikten sonra:
— Bu kadar yoksulluğu, eziyeti çekiyoruz. Herkes hoş, rahat bir ömür sürmekte; biz ise fakirlik içinde yaşıyoruz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz yok, suyumuz ise gözyaşıdır. Gündüz elbisemiz güneş, geceleyin yorganımız, döşeğimiz ay ışığıdır. Dolunayı ekmek zannedip, elimizi gökyüzüne uzatıyoruz; onu almak için. Bizim halimizden yoksullar bile utanıyor. Aç kalma korkusundan gündüzlerimiz gece olmuştur. Ne olacak bizim halimiz böyle? diye dert yandı.
Kocası dedi ki:
— Be kadın daha ne zamana kadar dünya malını arzu edeceksin. Zaten ömrümüzden geriye ne kaldı. Akıllı insan Allah'ın verdiğinin azına çoğuna bakmaz. Çünkü ikisi de gelip geçicidir; sel gibi akar gider. Gençliğinde daha kanaatkardın, altın gibi değerli ve sevimli idin. Yaşlanınca altın olmayı terk ettin, altın biriktirme isteğine düştün.
Sen benim eşimsin. Eş olan kişinin, eşinin huyu ile huylanması gerek ki işler yolunda gitsin. Eşlerin birbirine benzemesi gerek. Ayakkabı gibi çift olan şeylere bak da anla. Ayakkabının bir teki ayağa dar gelince ne olur? Öbürü de bir işe yaramaz hale gelir.
Kadın kocasına:
— Ey namustan başka bir şeyi olmayan adam. Artık senin güzel, büyüleyici sözlerine kanmam. Hâlimizi gör de utan. Bana kanaattan bahsediyorsun. Bu zamana kadar kanaattan eline ne geçti. Bu şatafatlı sözlerle, bu yapmacık işler ne zamana kadar sürecek. Sen bana eşim deme, bana biraz destek ol. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.
Kadın, kocasına böyle birçok sert ve acı sözler söyledi.
Adam karısına:
— Hanım! Sen kadın mısın, yoksa keder misin? Ben yoksullukla övünürüm. Yoksulluk benim başımın tacıdır. Onu başıma kakma. Mal, mülk, altın başa giyilen külaha benzer. Ancak kel olan bir başa külah takılır. Yoksulluğa hor bakma. Ey kadın! Kavgayı, benimle uğraşmayı bırak. Bırakmayacaksan, bari yakamı bırak. İyi ile de kötü ile de kavga edecek, didişecek hâlim yok. Susacaksan sus, yoksa kalkar şimdi evi terk ederim.
Kadın kocasının öfkelendiğini, sinirlendiğini anlayınca ağlamaya başladı.
— Ben senden bunu beklemezdim. Senden başka şeyler umardım, dedi. Ben senin sadece hanımın değil, ayağının toprağıyım. Bedenim de canım da, varım da yoğum da senindir. Ne arzu edersen o olur. Yoksulluğa sabrım kalmadı ise de, bu da kendim için değil senin içindir. Sen dertli zamanlarda bana deva oldun. Bu yüzden senin yoksul kalmanı istemiyorum. Yemin ederim ki bu ağlayış ve sızlayışlarım kendim için değildir, senin içindir. Fakat, sen bana karşı, bu çeşit bir zanna düşünce, ben candan da tenden de vazgeçtim. Artık senin kölen olurum.
Bedevi karısının bu ağlayışı, sızlayışı karşısında söylediklerine pişman oldu. "Nasıl oldu da canımın canına düşmanIık ettim, canımın canının başına tekmeler vurdum" diye düşündü. Sonra:
— Hanım, söylediklerime pişman oldum. Sana karşı haksızlık ettim. Artık aksilik yapmaktan vazgeçtim, sen ne dersen onu yapacağım. Dediğin ister iyi, ister kötü olsun, ona uyacağım. Çünkü sana âşığım. Seni seviyorum. Sevgi; insanı kör, sağır eder.
Kadın aradığı fırsatı yakalamıştı:
— Gerçekten beni seviyor musun? Yoksa seviyor gibi görünerek, hileyle beni oyalamak mı istiyorsun.
Kocası:
— Allah'a yemin ederim ki seni seviyorum. Bu söylediklerim de gönlümden akan düşünceler ve sözlerdir.
— O halde senden bir isteğim var. Bağdat'ta Allah'ın halifesi oturmaktadır. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir. O padişaha gidip kapısını çalarsan, sen de padişah olursun. Ne zamana kadar değersiz insanların kapısını çalacaksın.
Kocası:
— Ben padişahın huzuruna nasıl çıkabilirim? Bir bahane bulmadan onunla nasıl görüşebilirim? Sebepsiz ziyaret olur mu?
Kadın kocasına bir akıl verdi:
— Bu testide yağmur suyu var. Bu senin malın, mülkün, sermayen, ziyaret sebebindir. Bu su testisini al, yola düş. Bağdat'a padişahlar padişahına onu armağan olarak götür. Onun huzuruna çık. De ki:
— Bizim bundan başka hiçbir şeyimiz yok. Çölde de bundan daha iyi su bulunmaz. Padişahımızın çok değerli hazineleri varsa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur.
Bedevi kadın, testiye bakıp, bakıp böbürleniyor "Kimin böyle bir testisi var. Öyle büyük bir padişaha gerçekten de çok değerli bir armağan. Ancak ona lâyık" diye düşünüyordu.
Zavallı kadın bilmiyordu ki padişahın bulunduğu Bağdat'ın ortasından, şeker gibi tatlı Dicle nehri akıyordu. Kocası da bu övgüye katılmış:
— Kimin böyle bir armağanı olabilir. Gerçekten de bizim bir testi arı duru yağmur suyumuz, ancak padişahlara lâyık, diyordu.
Bedevi testisinin ağzını iyice kapattı, bir keçeye sardı. Testiyle Bağdat'a doğru yola düştü. Testi kırılmasın, ona bir zarar gelmesin diye üzerine titriyordu.
Bedevi, testiyi yol kesicilere kaptırmadan, taşlara çarpmadan, sağlam ve yağmur suyu dolu olarak Bağdat şehrine vardı.
Padişahın sarayını arayıp bulunca kapısına dayandı. Saray muhafızları onu karşıladılar. Bedevi bir şey söylemeden dilediğini anladılar.
Ona:
— Ey Arkadaş! Nerelisin? Nasılsın? Yollarda çok yoruldun mu?
Bedevi:
— Ey dünyaya güzellikle bakan ulu kişiler! Ben garibim, padişahın lütfunu umarak, çölleri aştım da buraya geldim. Bu armağanı padişaha götürün. Padişahtan iyilik dileyen benim gibi bir fakiri, yoksulluktan kurtarın. Getirdiğim bu su, lezzetli ve tatlıdır. Testi de yenidir. İçindeki, arı duru yağmur suyudur.
Bedevi'nin bu söyledikleri, saray muhafızlarını neredeyse güldürecekti. Ama gülmediler. Testiyi aldılar. Çünkü saray muhafızları güzel insanlardı. Bedevi'yi mahcup etmediler.
Halife, bedevî'nin armağanını görüp başından geçenleri işitince o testiyi altınla doldurdu, ona türlü armağanlar verdi. Böylece bedeviyi yoksulluktan kurtardı.

YERSİZ ÖVÜNMENİN SONU

Yalancı ve övünmeyi seven bir adam, bir kuyruk parçası bulmuştu. Her gün evden çıkarken bıyıklarını onunla yağlar, varlıklı kimselerin yanına varır, onlara:
— Evde yağlı yemekler yedim, derdi.
Sözün doğruluğunu kanıtlamak için de, eliyle bıyıklarını sıvar, bunlar sözümün doğruluğuna tanıktır demek isterdi. Oysa açlıktan karnı guruldar, midesi adeta şöyle derdi:
— Allah yalancıların düzenini yok etsin. Senin lafın bizi ateşlere attı. O yağlı bıyıkların kökünden yolunsun. Ey yoksul, dilenci adam, kötü lafın, boş gururun olmasaydı belki bir acıyan çıkar yoksulluğunu giderirdi. Hastalığını söyleseydin, belki bir hekim ilâç bulurdu derdimize. Doğrulara, doğrulukları fayda verir. Bari ayıbını, eksikliğini söylemiyorsan sus.
Adamın midesi, bıyığına düşman olmuş, beddua edip duruyordu. "Yarabbi!" diyordu, "sen bu aşağılık adamı rezil et de, bağış sahipleri bize merhamet etsinler."
Midenin bu duası kabul olundu. Bir gün, evdeki kedi bir yolunu bulup kuyruk parçasını kaptığı gibi kaçtı. Evdekiler kedinin peşine düştüler, fakat yakalayamadılar. Adamın oğlu, babasının azarından korktu ve hemen onu bularak durumu anlatmayı düşündü.
Babası bir topluluğun içinde oturmuş konuşuyordu.
Çocuk koşarak geldi. Beti benzi atmıştı. Doğrudan babasına: Hani, dedi, her gün dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası vardı ya, işte onu ansızın kedi alıp kaçtı. Ardına düştük, bir hayli kovaladık ama faydasız, yakalayamadık ki!
Toplulukta bulunanlar şaşırıp gülüşmeye başladılar. Sonra acıyıp yemeğe davet ettiler. Bir güzel doyurdular.
Adam, orada bulunanların bu iyiliğini görünce övünmekten vazgeçti, bir daha böyle davranmamaya tövbe etti.

DEVENİN AKILLISI

Bir deve, bir öküz ve bir koç nasıl olmuşsa arkadaş olmuşlar; otlanmaya çıkmışlar. Giderlerken bir yol ağzında bir demet ot bulmuşlar. Önce ota, sonra birbirlerine bakıp durmuşlar.
İlk söze giren koç olmuş;
— "Bunu aramızda pay edersek, besbelli ki hiç birimiz doymayacağız bununla." demiş. "İçimizde hangimiz daha yaşlıysa, bu otu o yesin. Doğru olan budur. Çünkü yaşlılara öncelik vermek gerek. Bizdeki görenek budur. Gerçi bu zalim devirde, yaşlıları iki yerde öne geçiriyorlar: Ya ateş gibi sıcak aşa buyur ediyor, ya da yıkılmaya yüz tutmuş köprüde öne sürüyorlar. Her neyse yoldaşlar, değil mi ki böylesine güzel bir nimet bulduk, haydi her birimiz ömrümüzün başlangıcını söyleyelim. Bakalım, hangimiz daha yaşlı. Bunu anlayalım da, otu daha yaşlı olana bırakalım."
Öküz ile deve, koçun bu sözlerini dikkatle dinlemişler. Koç zaman kaybetmeden;
— "Ben," demiş, "Hz. İsmail'in yerine kurban olarak gönderilen koçla dünyaya geldim. O zamandan beri otlayıp dururum."
Söz sırası öküze gelmiş. Öküz şöyle bir böğürüp;
— "Ben küçük yaştayken," demiş, "insanların atası Hz. Âdem'in çift sürdüğü öküzle eştim. Bizimle yeryüzünü sürüyor, ekin ekiyordu. İşte o zamandan beri yaşıyorum."
Koç ve öküzün bu olmadık, ipe sapa gelmez sözlerini duyan deve, hemen başını eğmiş; yerden o ot demetini almış, havaya kaldırmış, hiçbir söz söylemeden otu ağzına atıp yeyivermiş. Kendisine şaşkın şaşkın bakan koç ve öküze de;
— "Benim yaşımı söylememe gerek yok." demiş. "Böylesine bir cüssem, böylesine büyük bir boynum varken aklı olan herkes bilir ki, ben sizden küçük değilim."

ODADAKİ SIR

Anlatıldığına göre, bir padişahın Eyâz adında has bir adamı varmış. Eyâz pek akıllı, pek ince fikirliymiş. Padişah, güzel huyundan dolayı onu çok severmiş. Yoksul bir aileden gelmesine rağmen bilgisi ve görgüsü sayesinde sarayda önemli bir yer edinmiş.
Saraya ilk geldiğinde Eyâz'ın bir çift çarığı ile bir postu varmış. Onları atmayıp saklamış. Daha sonra onları boş bir odaya koymuş. Eyâz her gün o odaya gider, oturur ve şöyle dermiş:
— "Sakın büyüklük taslama! İşte çarığın, İşte postun!"
Düşmana sebep yok değil ya! Eyâz'ı çekemeyip kıskananlar, onu gözden düşürmek için padişaha şikâyette bulunmuşlar;
—"Padişahımız"demişler, "Eyâz'ın bir odası var ki orada altın ve gümüş saklar. Hiç kimseyi o odaya sokmaz. Kapısını da devamlı kilitli tutar."
Padişah biran bile olsun Eyâz'dan şüphelenmemiş. Ama onu şikâyet edenlere bir ders vermek istiyormuş. Huzuruna
çıkanlara;
— "Eyâz'ın bizden gizlisi saklısı ne ola ki? Demek bu kadar ihsana, bu kadar ikrama doymuyor; aç gözlülük edip altın ve gümüş saklıyor ha!.." demiş.
Ardından bir beye şöyle bir emir vermiş;
— "Gece yarısı oraya gidiniz, odaya giriniz, ne bulursanız yağmalayınız, gizlediği şeyi de bana açıklayınız!"
Gece yarısı olmuş. Padişahın emir verdiği bey, yanına otuz asker almış. Askerler meşaleleri yakmışlar, sevinç içinde Eyâz'ın odasına doğru gitmişler. Büyük bir define; altın, gümüş; küplerle mücevher bulacaklarını sanıyorlarmış.
Odanın kapısına yaklaşmışlar. Kapı kilitliymiş. Kilidi biraz zorlamışlar. Kilit pek sağlam çıkmış. Hünerli birkaç kişi, kilidi biraz uğraştıktan sonra açmış. Hırsla, birbirlerini ite kaka odaya dalmışlar. İçeri girenler sağa sola bakınmışlar. Yırtık bir çarıkla bir pöstekiden başka bir şey bulamamışlar. Ama inanmamışlar. Birbirlerine;
"Burası boş olamaz!"demişler.
Hemen kazma ve kürek getirip, köşe bucağı kazmışlar, derin çukurlar açmışlar. Her yanı arayıp taramışlar, odanın altını üstüne getirmişler. Ama bir şey bulamamışlar. Şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzüne bakmışlar. Utanmışlar, utanç içinde kazdıkları yerleri doldurmaya çalışmışlar. Ama o duvarlarda açtıkları delikleri kapatamamışiar. Eyâz'ın her şeyi anlayacağını, yaptıklarını inkâr edemeyeceklerini düşünmüşler. Çaresiz, toz toprak içinde, utanarak padişahın huzuruna çıkmışlar.
Padişah; "Haydi, söyleyin bakalım" demiş, "Altınlar, gümüşler nerede? Hem yüzleriniz niçin asıktır böyle?"
Başlar utançla eğilmiş. O kendinden emin kişilerin tümü de özür dilemek için padişahın huzuruna kefenle çıkmışlar. Hepsi de korkudan, utançtan tırnaklarını yemiş. Padişaha;
— "Ey bütün âlemin sultanı!" demişler. "Kanımızı dökersen helâldir, ama bağışlarsan bu da senin İhsanındır, iyiliğindir. Elbette buyruk yüce padişahımızındır. Bağışlarsa bağışlar, bağışlamazsa bizim gibi yüzlercesi padişahımıza feda olsun!"
Padişah;
— "Hayır!" demiş. "Bu yanıp yakılmayı istemiyorum! Siz varın, Eyâz'a yalvarın. Bu kötülük ona yapıldı, hakarete o uğradı, yaralanan odur..."
Suçlular öylece kalakalmışlar. Eyâz'a söyleyecek söz bulamamışlar. Başlan önde bekleyedurmuşlar. Padişah, Eyâz'a;
— "Ey kötülüklerden uzak olan Eyâz, suçlulara buyruk yürüt!" demiş.
"İstersen bağışla, istersen cezalandır. Cezalandırırsan da doğrudur, bağışlarsan da. Her birinde ayrı faydalar var. Çünkü adaleti yerine getirmekte binlerce iyilik gizlidir. Ama işi geciktirme, tez bitir, çünkü geciktirmek de bir çeşit öç alıştır." demiş.
Eyâz;
— "Padişahım," demiş, "tümden buyruk sizindir; güneş varken yıldız görünmez"

DERİCİ

Adamın birisi, güzel koku satılan pazara girince düşüp bayıldı. Burnuna gelen güzel kokular başını döndürmüştü. Halk hemen adamın başına yığıldı.
Bayılma nedenini bulmak için, birbirlerine soru soruyorlar, ayıltmak için de ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. Kimi kalbini yokluyor, kimi yüzüne gül suyu dökerek ovuyordu. Adamın biri, acaba içkimi içti diye ağzını kokluyor, bir diğeri nabzının atışını kontrol ediyordu.
Bütün çabalara rağmen adam bir türlü ayılmıyordu. Sonunda akrabalarına haber vermeyi kararlaştırdılar. Adamın iri yarı, güçlü kuvvetli, bilgili bir kardeşi vardı. Koşa koşa oraya geldi:

— Ben, dedi, onun niçin hastalandığını biliyorum. Hastalık teşhis edildikten sonra tedavisi kolaydır. Kalkıp biraz sonra döneceğini söyleyerek oradan ayrıldı. Gidip bir yerlerden paket içinde köpek pisliği alarak geldi. Kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye, toplanan kalabalığı yanlarından uzaklaştırdı. Getirdiği şeyi burnuna yaklaştırdı. Bunun üzerine adam kıpırdanmaya başladı. Uzaktan onları seyreden halk; "Bu Önemli bir efsundur, efsunu okuyup kulağına üfledi, ölü adam dirildi" diyordu. Kardeşini ayıltan adam ise şöyle düşünüyordu:

— Onun iliğine, damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir. Çünkü rızkını elde etmek için akşamlara kadar pisliğe gömülüyor, dericilik yapıyordu.

BORÇLUNUN ÜMİDİ

Tebriz'de Bedrettin Ömer adında son derece cömert bir zengin vardı. Öyle kerem sahibi biriydi ki cömertlikteki şöhreti yaşadığı Tebriz'in sınırlarını aşmış komşu şehirlere yayılmıştı. Komşu şehirlerin birinde bulunan bir yoksul, Bedrettin Ömer'in şöhretini duyunca onun cömertliğine güvenerek borçlanmaya, önüne gelenden borç almaya başladı. Kendi kendine: "Tebriz'e gider Bedrettin Ömer'in huzuruna çıkar, ihsanına nail olur, borçlarımı öderim," diye düşünüyordu. Yoksul bir ümitle, bir hayli borçlandıktan sonra Tebriz'in yolunu tuttu. Hani derler ya: "Yoksulun şansı olsa yoksul olmaz." diye. Adam Tebriz'e varınca Bedrettin Ömer'in öldüğünü gördü. O yoldayken Bedrettin Ömer ölmüştü. Fakir adam günlerce ağlayıp üzüldü neticede Bedrettin Ömer'in mezarına gidip kapandı. "Ey kerem sahibi sana güvenerek borçlandım. Ben şimdi ne yapacağım." diye feryada başladı. O gece Bedrettin Ömer'in vekili rüyasında Bedrettin Ömer'i gördü. Bedrettin Ömer ona: "Bir yoksul bana güvenerek borçlandı. Ben onun borcuna karşılık olabilecek parayı falan yere sakladım. O parayı oradan çıkar adama ver." dedi. Vekil uyanınca hemen o parayı olduğu yerden çıkararak götürüp mezarın başında bulunan yoksula verdi.

17 Ekim 2011 Pazartesi

SABIR YÜKÜNÜ ÇEKMEK

Bir derviş, Ebu Hüseyin'in şöhretini duyarak onu görmek için Talkan şehrinden yola çıktı. Günler, geceler boyu yürüyerek, dağları aştı, ovaları geçti, nihayet şeyhin bulunduğu şehre vararak evini sordu. Evi bulunca saygıyla kapıyı çaldı. Şeyhin karısı kapıdan başını çıkardı: "Ne istiyorsun?" dedi. Derviş:
"O Allah (c.c.) dostu insanı ziyaret için Talkan şehrinden geliyorum"diye cevap verdi.
Bunu duyan kadın kahkahalarla güldü:
"Şu koca sakalına bak, hiç düşünmeden yaptığın işe katlandığın bunca zahmete bak. Be adam senin başka işin gücün yokmuydu da yollara düşüp bunca zamanını beyhude yere harcadın. Bir ahmağı görmek için bu kadar zahmete değer mi?" diye başlayarak şeyh hakkında daha nice kötü sözler söyledi, hakaretler etti. Derviş bütün bunları sabırla dinledi, sonunda:
"Bütün bu söylediklerine rağmen o yüce insan nerede, bana söyle," diyerek gözyaşları döktü. Bunun üzerine:
Kadın daha birçok sözler söyleyerek, birçok hakaretlerde bulundu.
Derviş bu yolla şeyhin yerini öğrenemeyeceğini anlayınca, oradan ayrıldı. Yeniden sorup soruşturmaya başladı. Sonunda şeyhin ormana gittiğini öğrenerek onun peşinden ormanın yolunu tuttu. Derviş hem yürüyor hem de: "Böyle yüce bir insan nasıl oluyor da böylesine kötü huylu yılan dilli, küfürbaz bir kadını evinde tutuyor'diye düşünüyordu.
Derviş bu düşüncelerle yol alırken, şeyhin kükremekte olan bir aslana binmiş olarak geldiğini gördü:
Aslanın sırtında bir yük odun vardı, Şeyh de odunların üstüne binmişti. Elindeki kamçısı da koca bir yılandı.
Şeyh dervişin yanına gelince, gönlündeki düşünceleri bir bir okudu, sonra ona şöyle dedi:
"Ben, o huysuz kadına tahammül ederek, yükünü çektiğim için, bu aslan da hiç itiraz etmeden benim yükümü çekiyor" dedi.

BETERİN BETERİ VAR

Tek, yoksul bir saka, bu sakanın da su taşıdığı bir eşeği varmış. Çektiği eziyetten iki büklüm olmuş; bir deri bir kemik kalmış. Hemen her gün ağır yükler taşıyan eşeğin sırtında yaralar çıkmış. Yüz yerde, yüz yara açılmış.
Zavallı eşek değil arpa, kuru ot ve saman bile bulamıyormuş ki karnını doyura! Açlık yetmiyormuş gibi bir de sahibinden orasına burasına inen sopası! Öyle bir gün gelmiş ki, artık ölümü ister olmuş.
Imrahor denen, padişahın ahırlarının bakıcısı, bir gün Saka'ya rastlamış. Sakayla tanışıklığı, dostluğu varmış. Selâm vermiş, hâl hatır sormuş. Yanındaki eşeği görünce;
— "Zavallı eşek!" demiş. "Ne oldu buna böyle? İnce bir dal gibi iki büklüm olmuş!"
Saka yana yakıla;
— "Hep benim kusurumdan, benim yoksulluğumdan..." demiş. "Şu ağzı dili olmayan zavallı hayvana bir şey bulup veremiyorum ki yesin."
Imrahor;
— "Sen bu hayvanı birkaç gün bana ver." demiş. "Onu padişahın ahırında birkaç gün alıkoyayım. Biraz kendine gelip kuvvetlensin."
Saka, sevinerek bu teklifi kabul etmiş. Eşeği, Imrahorla padişahın ahırına götürmüş, gösterdiği yere bağlamış.
Eşek, etrafına şöyle bir bakınmış. Semiz, gürbüz, genç ve güzel Arap atlarını görmüş. Hepsi de tımarlıymış. Ayak bastıkları yerler bile süpürülmüş, tertemizmiş. Arpaları, samanları da başucundaymış.
Bir onlara, bir kendine bakıp;
— "Ey yüce Rabbim!" demiş. "Bu nasıl iş? Tut ki eşeğim, ama ben de senin bir yaratığın değil miyim? Neden her yanım yara bere içinde? Geceleri sırtımdaki yaraların sızısından, karnımın açlığından, yatamaz oldum; ölümüm için yalvarıp durdum. Oysa şu atların durumuna bak! Hepsinin de keyfi yerinde. Bu arıklık, bu zayıflık, bu perişanlık, bu eziyet, bu belâ bana mı mahsus? Neden bu?"
Aradan birkaç gün geçmeden bir savaş patlak vermiş. Davullar çalmış; ahırdaki Arap atlara eğerler, gemler vurulmuş. Atlar savaş meydanına sürülmüş. Savaş günlerce sürmüş. Atların kimi atılan ok ve mızraklarla, kimi çalınan kılıçlarla yaralanmış. Kimileri derin yaralar alıp kızıl kanlar içinde kalmış. Kimileri de ölümcül bir yara alıp düştüğü yerden kalkamamış.
Günlerce süren savaştan sonra dönen atlar, ahıra zar zor girebilmişler. Hepsi de bitkin bir hâldeymiş. Bazıları ahıra girer girmez yerlere yığılmışlar. Nalbantlar ve cerrahlar gelmişler, hançerler ellerinde sıra sıra dizilmişler. Atların ayaklarını sağlam iplerle bağlamışlar. Yaralarını yarmışlar, vücutlarında kalan ok uçlarını, mızrak parçalarını çıkarmışlar. Derin yaraları dikmişler.
Eşek, bütün bunları görünce;
— "Aman Allah'ım!" demiş. "Demek, beterin beteri varmış. Ey yüce Rabbim! Yakınmalarımdan ötürü beni bağışla! Yoksulluğa razıym! Yeter ki, şu zavallı atların düştüğü belâlardan uzak olayım!"

KARINCA BAKIŞI

Bir karınca, kâğıt üstünde bir resim görmüş. Resmi arkadaşlarına övmeye koyulmuş;
— "O kalem" demiş, "Şaşılacak şeyler çizdi. Kâğıdı fesleğen ve gül bahçesine çevirdi."
İkinci karıncanın gözü pek keskinmiş:
— "Hayır!" demiş. "Kaleme değil, parmaklara bak. O şekilleri yapan, kâğıdı gül bahçesine çeviren kalem değil, onu tutan parmaklardır."
Gözü ikisinden de daha aydın olan üçüncü bir karınca söze karışmış:
— "Bence iş ne kalemde, ne de parmaklarda!" demiş. "Bütün iş, koldadır. Parmaklar ancak kolun bir parçasıdır. Onun gücüyle kalemi tutmakta ve iş görmektedir."
Böylece iş uzayıp gitmiş. Başka karıncalar da söze karışmışlar. Söz en sonunda karıncaların en akıllısına varıp dayanmış. Bilge karınca;
— "Bütün bu hünerleri biçim yapıyor sanmayın!" demiş. Çünkü biçim uykudadır, ölüdür. Onun böyle şeylerden haberi olmaz. Biçim bir elbiseye, bir sopaya benzer; cansız, akılsız hareket edemez onlar. Dolayısıyla bu süsleri candan, akıldan başkası yapamaz."
Diğer karıncalar bu konuşmadan sonra susmuşlar. Ancak karıncaların en akıllısı bile şu bilgiden yoksunmuş:
Akılla, can ancak Allah'ın emriyle hareket eder. Yüce Allah'ın gücü olmasa, onlar da ölüden farksız kalır. Allah, bir an akıldan yardımını kesmeyi görsün! Her şeye ermeye çalışan akıl, o an ne yapacağını şaşırır, aptallıklar yapmaya başlar.

HAZİNE

Adamın biri bütün parasını batırmış, elinde avucunda hiçbir şey kalmamış. Malı mülkü elinden giden adam çaresiz kalakalmış. Ağlayıp sızlamış, kendini yerden yere vurmuş. Sonunda bakmış ki, yüce Allah'a el açmaktan başka çaresi yok. Başlamış gece gündüz duaya, yalvarıp yakarmaya;
— "Ey yücelerin yücesi, ey kurdu kuşu yaratıp koruyan!" demiş. "Sen ki beni çalışıp yorulmadan yarattın, kazancımı da ben çalışmadan ver! Başımda gizli beş İnci verdin bana, ayrıca beş duygu... Senden gelen bu vergi, bu bağış sayıya sığmaz.
Anlatamam, dilsizim, utanıyorum. Beni yaratan yalnız sensin, rızkımı da sen düzene koy!" Müflisin dualarının ardı arkası kesilmemiş. Bıkıp usanmadan yıllarca dua etmiş. Yakarışları sonunda işe yaramış. Bir gece, rüyasında yaşlı bir adam görmüş. Yaşlı adam ona;

— "Ağlayıp inleyen, gözleri uykusuzluktan yorgun kişi!" demiş. "Komşun olan kâğıtçının dükkanındaki çöpte bir kâğıt ara. Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var. Onu al, dışarı çık, kalabalıktan bir yana çekil. Bir arkadaş da arama. Onu yalnızca sen oku. Ona göre hareket et. Ama bu iş anlaşılıp meydana çıkarsa da sakın üzülme; çünkü senden başkası, o gömüden beş para bile bulamaz. İş uzarsa da sakın ümidini kesme"
Yaşlı adam bunları söyledikten sonra, elini yoksulun göğsüne koymuş. Ardından da;
— "Haydi,"demiş, "yürü, zahmet çek biraz" Adam gözlerini açmış. Yataktan hemen fırlamış. Sevincinden yerinde duramıyormuş. Hemen kâğıtçı dükkânına gelmiş. İzin alarak çöpe atılmış olan kâğıtları karıştırmaya başlamış. Karıştırırken bir kâğıt ilişmiş gözüne. Rüyasında gördüğü adamın söylediği kâğıdın ta kendisiymiş. Hemen kâğıdı almış, kâğıtçıdan izin alıp dışarı çıkmış. Tenha bir yer bulup kâğıdı açmış. Okuyunca şaşırıp kalmış. Kâğıtta şunlar yazılıymış:
—"Bil ki şehrin dışında bir hazine var. İçinde bir şehidin mezarı olan, arkası şehre, kapısı ovaya bakan bir kubbenin yanına git. Arkanı ona dön; yüzünü kıbleye çevir, sonra yayınla bir ok at. Ok nereye düşerse orayı kaz."
Bunları okuyan adam, gidip çok sert bir yay, kazma ve kürek almış. İçinde şehidin mezarı bulunan, şehrin dışındaki kubbenin yolunu tutmuş. Oraya varınca kubbeye arkasını dönmüş, yüzünü kıbleye çevirmiş, yayını gerip okunu atmış. Varıp okun düştüğü yeri kazmaya başlamış. Kazmış ama bir şey çıkmamış. Adam günlerce bu işi tekrarlamış. Uğraşıp didinmiş. Oku defalarca atmış, düştüğü yerleri de kazdıkça kazmış. Öyle ki kazma kürek körleşmiş ama defineden en ufak bir iz bile görülmemiş.
Adamın her gün oraya gelip gidişi şehirde dedikoduya yol açmış. Hemen herkes onu konuşmaya başlamış. Derken çenesi düşükler işi padişahın kulağına kadar götürmüşler. "Falan adam elinde bir kâğıtla define arıyor" demişler. Padişahın adamları gelip onu yakalamışlar. Zaten adamın kaçıp kurtulması mümkün değilmiş. Bakmış ki çıkar yol yok, teslim olup başına geleceklere razı olmuş. Padişahın huzuruna varınca da eza ceza görmeyeyim diye, defineyi tarifeden kâğıdı padişahın önüne koymuş. Sonra da şunları söylemiş:
— "Bu kâğıdı bulduğum günden beri uğraşıp didiniyorum, onca zahmete katlandım, günlerdir yılan gibi kıvranıp duruyorum, bir aydır dilim damağım kurudu, ağzımın tadı tuzu kaçtı, ama bir türlü defineyi bulamadım. Onun zararı da haram oldu bana, karıda... Ey kaleler fetheden padişahım, belki senin bahtın bu definenin perdesini yırtıp atar."
Padişah definenin yerini gösteren kâğıdı alır almaz buyruk salmış. Kâğıtta belirtildiği gibi ok attırıp kazdırmış. Bu iş altı ay kadar sürmüş. Padişah denemedik yay, attırmadık ok bırakmamış. Ama bütün çabalar boşa gitmiş. Padişah hayal kırıklığından, zorluktan, eziyetten, dert ve sıkıntıdan başka bir şey elde edememiş.
İş uzayıp gitmiş. Padişah da defineyi aramaktan usanmış. Ovayı baştan aşağı kazdıran padişah, sonunda pes etmiş. Kâğıdı öfkeyle adamın önüne atıp;
— "Hiçbir işe yaramayan bu kâğıdı al." demiş. "Bu, benim gibi işi gücü olanın yapacağı iş değil. Gayri bu iş için senin gibi adam gerek. Bu iş sana lâyık, çünkü işin gücün yok senin. Haydi ara onu, bulabilirsen bul, helâl ettim sana o defineyi."
Adam, padişahın verdiği kâğıdı almış. Düşmanlarından emin bir şekilde tekrar kubbenin bulunduğu yere gitmiş. Gönlünü günlerdir yakıp kavuran işe yeniden sarılmış. Bir yandan da şöyle dua ediyormuş:
— "Ey sırları bilen Rabbim, bu define yüzünden ömrümü yitirdim. Hırs ve tamah şeytanı, acelecilik verdi bana. Düğüm çözene başvurayım da, şu düğümü çözeyim' demedim. Bu acelecilikten tövbe ettim, değil mi ki kapıyı sen bağladın sen aç..."
Eline yayını tekrar almış. O anda defineyi bulacağına dair bir his belirmiş içinde. Yaya bir ok koymuş. Öylesine de atı vermiş. Gitmiş, okun düştüğü yeri son bir gayretle kazmış. Sonunda defineyi bulmuş. Yüce Allah'tan ümidini kesmeme sinir, onca zahmete katlanmasının karşılığını görmüş.

TERZİ'NİN HIRSIZLIĞI

Hikayecinin biri geceleyin, etrafına geniş bir halk yığını toplamış, hikâye anlatıyordu. Dinleyicileri bol olduğundan vücudunun bütün parçalan hikâye kesilmişti sanki. Hikayeci büyük bir ustalıkla, terzilerin nasıl acımadan kumaş çaldıklarını, çaldıkları kumaşları nasıl gizlediklerini anlattı. Kalabalığın içinde bulunan bir Türk bu işe çok kızdı. Hikayeci, terzilerin hainliklerini anlattıkça Türk iyice köpürmeye, dertlenmeye başladı:
— Ey hikayeci, dedi, şehrinde, düzen ve hainlikte en usta terzi hangisi?
— Bir terzi vardır, adı Ciğeroğlu'dur. El çabukluğunda, hırsızlıkta halkı öldürür, dedi.
Türk iyice öfkelenmişti:
— Seninle bahse giriyorum, benden bir iplik bile çalamaz o! diye gürledi. Orada bulunanlar:
— Kanatlanıp uçmaya kalkışma dediler, senden daha açıkgözleri bile mat etti o. Yürü, aklına güvenme, onun düzenleri karşısında aklın başından gider.
Türk, büsbütün kızdı. Kendisinden ne eski, ne yeni hiç bir şey alamayacağına bahse girmişti. Malına tamah edenler, onu daha da kızdırdılar. O, malını rehin vermeye kalkıştı:
— Şu Arap atım rehin olsun, dedi, o, bir düzenle benden kumaş çalabilirse onu size vereceğim! Ama bir şey çalamazsa bu atla birlikte sizden bir at alırım.
O gece Türk'ü uyku tutmadı. Hırsızın hayaliyle savaşıp durdu. Sabah olunca atlas kumaşı koltuğuna vurdu, o düzenbazın dükkânına yöneldi. Dükkâna varınca selam verdi. Usta, hemen yerinden kalkarak selamını aldı, merhabalaştı onunla. O kadar saygı gösterdi ve gönlüne girdi ki, Türk onu sevmeye başladı.Terzi, bülbül gibi şakıyordu. Onun karşısında kendinden geçen Türk, o İstanbul atlasını önüne attı onun:
— Bu kumaştan, savaş günü giymem için aşağısı geniş, yukarısı dar bir kaftan biç, dedi. Belden yukarısı dar olsun da gözlere güzel görünsün, aşağısı geniş olsun da ayağa dolaşmasın, ayağı tutmasın.
Terzi, elini gözünün üstüne koyup:
— Baş üstüne ey benim sevgili müşterim, yüzlerce hizmet edeyim sana, deyip buyruğunu kabul etti.
Kumaşı ölçtü ve ne kadar çıkacağını anladı. Sonra da ağzını açıp Türk'ü lafa tutmaya koyuldu. Beylerin hikâyelerini söyledi. Onların ululuklarını, bağışlarını anlattı. Cimrileri, onların kötü huylarını hikâye etti. Adamı güldürmek için tuhaf tuhaf sözler söyledi. Ateş gibi makasını çıkardı. Hem kumaşı kesiyordu, hem de büyüleyici masallar anlatıyordu.
Hikâyelerin komikliği yüzünden Türk'ü bir gülmedir tuttu. Daracık gözleri gülerken kapandı. Bunu fırsat bilen terzi, kumaştan bir parça çalıp dizinin altına sakladı. Allah'tan başka bütün dirilerden gizlice yaptı bu işi. Allah, hep görür, görür ama örtmektir onun huyu. Ancak haddi aşarsan yaptığını meydana koyan, seni rezil eden de O'dur.
Terzinin anlattığı hikâyeler o kadar tatlı, o kadar güzeldi ki, bunların büyüsüne kapılan Türk, giriştiği bahsi unuttu. Aklında ne atlas kumaş kaldı, ne de rehin bıraktığı Arap atı. Terzinin gülünç sözleri adeta sarhoş etmişti onu:— Allah için olsun, gülünecek bir şey daha söyle. Sözlerin canıma gıda oldu, diye yalvarmaya, ısrar etmeye
başladı.
Hain terzi, gülünecek bir hikâye daha anlattı. Türk öyle bir kahkaha attı ki sırt üstü yere uzandı. Hikâyenin hoşluğundan yerde yatarken terzi de bir parça kesti kumaştan ve gömleğinin yakasından koynuna attı. Türk, üçüncü kez ısrar etti:
— Allah rızası için olsun, gülünecek bir şey daha söyle! Terzi bu kez, Önce söylediği hikâyelerden daha gülünç bir hikaye anlattı. Artık müşterisini tümden avlamıştı. Onun gözleri kapanmış, aklı başından gitmişti. İyice sarhoş olmuştu. Terzi üçüncü kez, kumaştan bir parça daha kesti. Çünkü Türk'ün gülüşünden meydanı geniş bulmuştu.
Türk, dördüncü kez yalvarıp yakarmaya, ustadan gülünç bir şey daha söylemesini istemeye başladı. Ustanın ise artık kalbine merhamet gelmişti. İçinden: "Amma da sözlerime kapıldı" diyordu, "ne biçim ziyanda, nasıl aldanıyor, haberi bile yok."
Türk:
— Allah için olsun bana hikâye söyle, diye ustanın boynuna sarılmaya, onu öpmeye başladı.
Terzi:
— A ahmak! dedi, vazgeç artık... Bir gülünç hikâye daha anlatırsam vay haline! Sonra kaftanın dapdaracık olur, kişi hiç kendine bu kadar zarar verir mi? Gülme de nedir, yeri mi? İşin aslını birazcık bilseydin güleceğin yerde kan ağlardın.

BİR SAĞIRIN HASTA ZİYARETİ

Yol yordam, hâl hatır bilen bir kişi, kalkıp bir sağıra gitmiş. Ona komşusunun hasta olduğu haberini vermiş. Sağır düşünmüş, taşınmış. Kendi kendine şöyle bir sonuca varmış:
— "Bu sağır kulaklarla komşumun sözünü anlamam mümkün değil. Fakat yine de gitmek lâzım. Gitmezsem olmaz. Onu ziyarete giderim. Ona, 'Ey benim sevgili dostum, nasılsın?' derim. O da bana elbette, 'İyiyim' yahut 'Şükürler olsun!'diye cevap verecek. Ondan sonra,'Ne çorbası içtin?' diye sorarım. O da Mercimek çorbası.'diye cevap verecek. O zaman ben de Afiyet olsun.'derim. Ardından,'doktorlardan kim geliyor, seni kim tedavi ediyor?' diye sorarım. O, 'Filan doktor' deyince,
'O doktorun ayağı çok uğurludur, o çok usta bir doktordur, o geldi mi işin yolunda demektir. Biz de onu denedik; neye elini sürerse, kimi tedavi ederse onun işi tamam demektir'derim."
Sağır, kafasında bu soruları ve cevapları kurarak kalkıp komşusunu ziyarete gitmiş. Selam vermiş. Ardından da: — "Nasılsın komşu?"diye sormuş.
Komşusu inleyerek:
— "Ölüyorum!" demiş.
Sağır daha önce düşünüp tasarladığı gibi konuşmaya başlamış;
— "Çok şükür." demiş.
Hastanın buna canı çok sıkılmış. "Bu ne biçim komşu! Galiba benim kötülüğümü düşünüyor!" diye geçirmiş içinden. O içinden böyle geçire dursun, sağır sormuş:
— "Ne yedin?" Hasta öfkeyle:
— "Zehir!" demiş. Sağır:
— "Afiyet olsun..." demiş.
Bunun üzerine hasta iyice sinirlenmiş. Fakat sesini çıkarmamış, dişlerini sıkmış. Sağır konuşmaya devam etmiş:
— "Tedavi için doktorlardan kim geliyor?" Bu konuşmalara artık dayanamayan hasta;
— "Başımdan defolup git be adam! Kim gelecek, Azrail geliyor!" diye bağırmış.
Sağır:
— "Ha o mu? Onun ayağı çok uğurludur. Artık üzüntüyü bırak, sevin, neşelen..." demiş.
Hasta bu sözleri duyunca deliye dönmüş. "Meğer bu adam benim düşmanımmış, kötülüğümü istiyormuş. Nasıl da anlayamadım?" diye düşünüp üzüntüsünden kahrolmuş.
0 sırada da sağır kalkmış. 'Komşuluk hakkını ödedim, hasta komşumun hâlini hatırını sordum." diye sevinerek dışarı çıkmış.

ALDANMA KUYUSU

Vaktiyle bir ülkede bir Padişah ve onun da canından çok sevdiği bir oğlu yaşardı. Son derece iyi yetişmiş, okumuş, hocalardan dersler almış, kendisine gerekli olan ve olacak bilgilerle donanmış bir veliaht idi. Padişah'a Allah'ın emri gelip de dünyadan göçünce varis olacak tek kişi idi. Gecelerden bir gece Padişah rüyasında oğlunun öldüğünü gördü. Görünce de korku içinde uyandı. Düş olduğunu fark edince, 'Ohh'çekti. 'Şükürler olsun rüyaymış!'

Düş gördüğünü anlaması rahatlattı Padişah'ı ama yine de içine bir kuruntu düştü. 'Tahtımın tek varisi o!'diye düşündü. 'Ya ölürse ne yaparım ben?'
Ve hemen evlendirmeye karar verdi. Öyle ya, bir erkek torunu olursa kendisini daha iyi hissedebilir, gönlü biraz daha rahat olabilirdi.
Aradı taradı, sordu soruşturdu, sonunda, kendisi yoksul gönlü zengin bir dervişin kızına talip oldu. Talip olan Padişah olunca da akan sular durdu. Derviş kızını verdi.Gerçi eşi karşı çıkmış,'Fakir bir dervişin kızını nasıl oğluma layık görüyorsun?' diye çıkışmıştı. Ama Padişah,
'Fakir olmak ayıp değil' demişti. İnsanın gönlü zengin olmalı!'

Derviş kızı vermiş ve düğün hazırlıklarına başlanmıştı. Lâkin Şehzade hazır değildi evlenmeye. Çünkü o Kabil'den büyücülükle uğraşan bir kadının tuzağında çırpınıp durmaktaydı. Kadın kendisine âşık etmişti çocuğu. Yanıp tutuşuyordu, uğrunda her şeyi göze alacak kadar bağlı idi kadına. Bir tahtın varisi değil de zincire vurulmuş bir köleydi sanki.Kadın ne dese yapıyor, ne istese getiriyor, ne istemese ondan uzaklaştırıyordu. Güçsüzleşmiş, zayıflamış, yarı sarhoş bir halde dolaşıyordu.

Padişah durumu öğrenince derin bir üzüntü ve kaygıya daldı. Ne yapacağını bilemedi. Ülkesinde ne kadar hekim, büyücü, falcı, doktor varsa çağırttı. Oğlunu kurtarmaları için ne gerekiyorsa yapmalarını istedi. Bir yandan da Allah'a yakararak onu kendine geri vermesini diledi. Sonunda sihir işlerinde hayli mahir biri geldi saraya. Şehzade'yi dinledi, hemhal oldu, derdini öğrendi. Ve Padişah'ın huzuruna gelerek, 'Sultanım...' dedi. 'Siz rahat olun. Kadın çok fena. Öyle her büyücünün başa çıkacağı türden biri değil. Fakat ben sorunu çözeceğim, üzülmeyin.'

Ve uğraştı sonunda dediği gibi yaptı, Şehzade kadından kurtuldu. Kendine gelir gelmez de babasına koşarak, 'Seni üzdüğüm için beni bağışla.' dedi. Elini öptü, özür diledi. Düğün hazırlıklarına yeniden başlandı. Padişah buyruklar vererek, şanına layık bir şenlik yapılması için ne gerekiyorsa yapılmasını emretti. Büyücü kadın ise üzüntüsünden ölmüştü. Düğün yapıldı, düğün gecesi damatla gelin odalarına çekildiler.

Çekildiler ki Şehzade ne görsün. Göz kamaştırıcı bir güzellik, ışıl ışıl aydınlık bir çehre, iri badem gözler, elma yanaklar, kiraz dudaklar...
'Aman Allah'ım!' dedi kendi kendine. 'Bu ne güzellik!' Aradan bir sene geçmişti. Baba oğul oturmuş söyleşirken, Padişah, veliahtına, 'Nasıl, eski sevgilin hatırına geliyor mu hiç?'diye sordu. 'Aman baba!' dedi Şehzade. 'Ne eskisi ne sevgilisi, ben şimdi mutluluk ülkesindeyim, aldanma kuyusundan kurtulalı bir yıl oldu'.

HAYVANLARIN DİLİ

Adamın biri Hz. Musa'ya gelerek şöyle dedi: — Hayvanların dillerini öğrenmek istiyorum. Böylece kurdun, kuşun sözlerini duyayım da dinime ait işlerde ibret sahibi olayım. Bana onların dillerini bellet.
Musa:
— Yürü git, dedi, vazgeç bu sevdadan. Çünkü bunun birçok tehlikeleri var. Uyanmayı Allah'tan dile.
Hz. Musa, adamı bu tür sözlerle vazgeçirmeye çalıştıysa da, adam iyice kızıştı, üstüne düştü. Zaten İnsan bir şeyden alıkonulmak istendi mi, o şeye karşı hırsı artar. Adam ısrar etti:
— Beni bu isteğimden mahrum etmek senin lütfüna sığmaz ey cömert er! Bu zamanda Allah'ın halifesi sensin. İsteğimi yerine getirmezsen beni üzmüş olursun.
Musa:
— Yarabbi, dedi, bu bön adamı taşlanmış şeytan aldatıyor olsa olsa. Öğretsem ziyana uğrayacak; öğretmesem gönlüne kötü düşünceler gelecek.
Allah:
— Ey Musa, öğret. Dilediğini yapsın bırak da. Çünkü dilediğini yapmak kulluğun gereğidir.

Yine Hz. Musa, adama acıdı, öğüt vermeyi denedi: — İsteğin seni mahcup eder, yüzünü sarartır. Pişmanlıktan ellerini dişlersin, elbiselerini yırtarsın sonra. Gel, bu hevesten
vazgeç.
Adam:
— Bari dedi, kapı dibinde yatıp duran köpekle, şu kümes hayvanlarının dillerini öğreneyim.
Musa, baktı ki olacak gibi değil, kabul etti:
— Peki öyleyse, bu ikisinin dillerini anlayacaksın, yürü
git!
Adam sevinerek gitti. Ertesi sabah da bakalım gerçekten, dillerini biliyor muyum diye kapı eşiğinde beklemeye başladı. Biraz sonra hizmetçi kadın sofra bezini silkelerken bir lokmacık bayat ekmek düştü. Horoz bu ekmek parçasını hemen kapıverdi. Köpek:
— Haydi git, dedi horoza, bize zulmettin sen. Sen buğday tanesi de yiyebilirsin. Hâlbuki ben yiyemem. Bunu bildiğin halde, kısmetimiz olan şu bir parçacık ekmeği bile çok
görüyorsun1.
Horoz ona cevap verdi:
— Üzülme, buna karşılık Allah sana başka şeyler verir. Bak, yarın ev sahibinin atı ölecek. Doya doya et yersin, gamlanma.
Adam bu sözleri duyunca, atını hemen pazara götürdü
ve sattı. Böylece horoz, köpeğe karşı yalancı çıktı.
Ertesi gün horoz yine ekmeği kapınca, köpek açtı ağzını, yumdu gözünü:
— Aaa, yalancı horoz. Ne vakte dek sürecek bu yalan? Zalim ve yalancısın. Kara yüreklisin. At sakatlanacak dediydin, hani nerde? Sen düzenci körün birisin, sözünde hiçbir
doğru yok!
Her şeyden haberi olan horoz, köpeğe:
— At sakatlandı, sakatlandı ama başka yerde. Ev sahibi onu satıp, ziyanı başkalarına yükledi. Ama için rahat olsun, yarın katırı ölecek, köpeklere şölen var.
Bunları duyan adam, götürüp katırını da sattı. Köpek horoza dedi ki:
— Ey davullu, dümbelekli yalancılar beyi, hani nerde sözün?
Horoz:
— Acele katırı da sattı. Fakat yarın kölesi ölecek, ölünce de yoksullara, köpeklere ekmekler dağıtılacak, dedi.
Adam, bunu da duyunca beti benzi kanlandı. Kölesini götürüp sattı. Şükürler etti, sevindi, dünyada üç felaketten kurtuldum, dedi.
Ertesi gün, o zavallı köpek:
— A saçma sapan saçmalıklar yiyen yalancı horoz, diye çıkıştı, yalanın niceye, ne vakte dek sürecek? Sen yalandan başka şey bilmez misin?
Horoz:
— Hâşâ, dedi, ne ben, ne de benim cinsimden olan horozlar yalan söylemeyiz. Biz horozlar, müezzin gibi doğruyu söyleriz, güneşi gözetler, vakti bekleriz. Allah bizi, namaz vaktini bildirmek üzere âdemoğluna hediye etmiştir. İçimizden biri yanılır da, vakitsiz öterse, o ötüşü ölümüne sebep olur... Evet sahibimiz kölesini de sattı. Köle, alan adamın yanında öldü. Malını kaçırdı ama, iyi bil ki kendi kanına girdi. Çünkü bir ziyana uğramak birçok ziyanları kovacaktı. Canına gelecek belâ malına gelecekti. İşte şimdi, yarınki gün kendisi ölecek. Adam ölünce sana da epey yemek düşecek. Mirasa konan, feryat figan ederek bir öküz kesecek çünkü. Sonra koca koca ekmekler dağıtılacak. Atın, katırın ölümü bu ham adama perde olacaktı.
O adam bütün bu sözleri dinliyordu. Birden telâşa kapıldı. Koşarak Hz. Musa'nın kapısına vardı. Korkudan titriyordu:
— Ey Allah'ın peygamberi yardım et bana! Kurtar beni bundan!
Musa dedi ki:
— Yürü, kendini sat da kurtul; mademki usta oldun, kurtul kuyudan. Akıllı kişi, işin sonunu gönlüyle önceden görür
Bilgisiz kişiyse işi olup bittikten sonra görür. Adam:
— Başıma kakma, yüzüme vurma. Bilgisizin biriyim ben, bana güzel bir karşılık ver.
— Artık ok yaydan fırladı. Onun geriye dönüp yeniden yaya gelmesi âdet değil. Ancak dilerim ölürken imanını kurtarırsın.
O sırada adamın durumu değişti, gönlü bulandı. Dört kişi yatağına götürdüler. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Musa, o seher vakti duaya başladı:
— Yarabbi, onu imansız götürme. O yanıldı, şaşkınlıkta bulundu, haddi aştı. Bu bilgi, senin haddin değil dedim ona; sözümü dinlemedi, başımdan savıyorum sandı. Kullarını görüp gözeten Rabbim, o denize atıldı. Fakat su kuşu değil, boğuldu gitti.
Allah:
— "Peki", dedi, onun imanını bağışladım. Hatta, senin için şimdi onu diriltirim de. Hatta senin için şimdi, yeraltındaki bütün ölüleri diriltirim.
Musa şu karşılığı verdi:
— Bu dünya ölümlü dünya. Öbür dünya ise aydın dünyadır. Onu orada dirilt Rabbim. Burası yokluk yurdudur, varlık dünyası değil. O halde, eğreti bir geri dönüşte yarar yok.

BAKKAL VE PAPAĞAN

Bir bakkalın papağanı vardı. Mavi, yeşil, rengârenk tüylü, güzel sesli ve çok konuşan bir papağandı. Bakkal bekçiliği yapar, alışveriş yapanlara hoş şakalar yapardı. İnsanlarla tıpkı insan gibi konuşurdu. Papağan gibi ötmede de üstün bir yeteneği vardı.

Efendisi, bir gün evine gitmişti. Papağan, dükkânı gözetliyordu. Birden bir kedi girdi dükkâna. Kedi bir fareyi kovalıyordu. Güzel papağan korkusundan, bir yerlere sığınmak istedi. Kendisine güvenilir bir yer ararken de bir gül yağı şişesine çarptı. Şişe yere düşerek parçalandı, içindekiler yere döküldü.

Bakkal evden döndü. Rahat bir şekilde sandalyesine geçip oturdu. Bir de baktı ki, ne görsün, dükkân yağ içinde kalmış, elbisesi yağlara bulaşmış.
Bunu papağanın yaptığını anlayınca, hırsla onun başına vurdu. Sert darbeden zavallı kuşun dili tutuldu, başı kel kaldı.

Birkaç gün papağanın sesi sedası kesildi. Ne konuşuyor, ne de ötüyordu. Bakkal pişmanlığından ah etmeye başladı. Sakalını yolarak:"Eyvah!" diyordu, nimet güneşim bulut altına girdi, görünmez oldu. Keşke elim kırılsaydı da, onun başına vurmaz olsaydım, diyordu. Kuşunun yeniden konuşması için fakirlere sadakalar verdi. Bir şişe gülyağı yüzünden hiddete kapılarak yaptığı bu işten fazlasıyla suçlu tutuyordu kendini.

Bu kuş yeniden ne zaman konuşmaya başlayacak, dükkânımı ne vakit şenlendirecek diye kara kara düşündüğü bir gün, sokaktan kabak gibi tüysüz kafasıyla kel bir adam geçiyordu. Papağan, hemencecik dile gelip adama
bağırır: Ey keli Neden kellere karıştın? Yoksa benim gibi gülyağı şişesini mi döktün sen de?

İYİLERLE ARKADAŞ OLMAK

Dervişin biri gezerken ayaksız bir tilki gördü, hayrete düştü. 'Nasıl yaşar bu hayvan, ne yer ne içer?' diyerek, Allah'ın lütfuna hayran oldu.
Derken bir aslan çıkageldi, ağzında çakal taşıyordu. Görkemli ve korkunç hayvan avının bir kısmını yedi, doyunca kalanını bırakıp gitti. Tilki artığa doğru sürünerek yaklaştı ve afiyetle yiyip karnını doyurdu.

Tilkinin yiyeceğinin ayağına geldiğini gören Derviş, kendi kendine,
'Bir tilkinin rızkını ayağına gönderen Allah benimkini neden göndermesin?'diyerek, çalışmasına gerek olmadığını, bir köşeye çekilip oturabileceğini düşündü. Ve ekledi,'Allah nasip etmezse, aslan bile gücüne güvenerek yiyecek bulamaz.' Düşündüğü gibi yaptı.

'Rızkım Allah'ın görünmeyen hazinesinden gelir, gayret etmem gerekmiyor' diyerek beklemeye başladı. Bekledi, bekledi... Ne gelen var ne giden...
Günler geçip gitti. Derviş zayıfladı, eridi bir deri bir kemik kaldı. Güçsüz ve bitkin bir haldeyken bulunduğu mescidin mihrabından bir ses duydu.'Eytembeladam!'diyordu ses.'Kendini ayaksız bir tilkiye benzeterek neden miskin miskin oturuyorsun? Kalk! Yırtıcı aslan ol. Başkasının artığına göz dikmeyi bırak. Sana yakışan artık yemek değil, artık bırakmaktır. Gücüyle aslan gibi olan başkasından yiyecek bekler mi? Haydi kalk! Kollarını sıva. Çalış ve rızkını kazan. Hem kendin ye, hem muhtaçlara yedir.'

Ey genç insan!Yaşlıya yoksula yardım eli uzat.'Elimi tutun'diyerek başkasına el uzatma. Allah, başkasının mutluluğu için çalışanın yardımcısıdır. Çalışmayan insanın kafasında beyin yoktur. Onların başları kuru bir deriden ibarettir.