27 Ağustos 2012 Pazartesi

Liste!

F. Scott Fitzgerald, 11 yaşındaki kızına bir liste verir, işte o liste: Kafana takman gereken şeyler: Cesarete kafanı tak. Temizliğe kafanı tak. Verimliliğe kafanı tak. Biniciliğe kafanı tak. Kafana takmaman gereken şeyler: Çoğunluğun ne düşündüğünü kafana takma. Oyuncak bebekleri kafana takma. Geçmişi kafana takma. Geleceği kafana takma. Büyümeyi kafana takma. Başkalarının senin önüne geçmesini kafana takma. Zaferi kafana takma. Senin suçun olmadığı sürece başarısızlığı kafana takma. Sivrisinekleri kafana takma. Karasinekleri kafana takma. Genel olarak böcekleri kafana takma. Anne babanı kafana takma. Oğlanları kafana takma. Hayal kırıklıklarını kafana takma. Zevki kafana takma. Tatmini kafana takma. Üzerine kafa yorulacak şeyler: Gerçekte neyi amaçlıyorum? Aşağıdaki konularda yaşdaşlarıma kıyasla ne kadar başarılıyım: (a) Öğrenim (b) İnsanları gerçekten anlayabiliyor muyum ve onlarla anlaşabiliyor muyum? (c) Bedenimi işe yarar bir araca dönüştürmeye çalışıyor muyum yoksa onu ihmal mi ediyorum? Candan sevgilerle, Babacık (Çeviri: koltukname.com) - Fitzgerald’ın listesinden sonra Borges’ın bir cümlesiyle haftayı açalım: ‎”Gerçekler hayâl değildir; ama hayâller gerçek olabilir…” Sevgiler…

15 Şubat 2012 Çarşamba

Who's your Valentine?

İnsanların Hayallerindeki Hayatı Yaşıyorum,Kafaya Hiç Bişey takmıyorum....

Ask me anything

19 Kasım 2011 Cumartesi

HADDİNİ BİLMEK

Küçük bir fare, bir devenin yularını tutmuş, kurula kurula gidiyordu. Deve yumuşak huylu olduğu için, fareyle yol arkadaşlığı yaparken, fare içinden:
— Ben ne yiğitmişim, diye böbürleniyordu. Deve, farenin bu düşüncesini anladı. Kendi kendine:
— Hadi sen böyle kendini avut bakalım, ben sana gösteririm.
Gide gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir ırmağın kıyısına geldiler. Fare orada durdu, şaştı kaldı.
Deve:
— Ey dağda ovada bana yoldaşlık eden! Neden durdun. Haydi yiğitçe ırmağın ötesine geçsene. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin?
Fare:
— Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin. Boğulurum
diye korkuyorum.
Deve alaycı bir tavırla:
— Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış? diyerek hemen ırmağın içine ayağını bastı. Sonra:
— Ey kör fare! Su diz boyu kadar. Niye şaşırdın? Fare korkudan titriyordu.
— Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama, benim başımı yüz arşın geçer.
— Öyleyse bir daha haddini bil. Git farelerle boy ölçüş. Sen benimle yarışamazsın.
Fare pişman bir hâlde:
— Tövbe ettim, pişman oldum. Allah aşkına beni şu sudan geçir, diye yalvardı.
Deve fareye acıdı:
— Hadi atla sırtıma bakalım. Bu sudan geçmek benim isimdir, dedi ve birlikte karşı kıyıya geçtiler.

25 Ekim 2011 Salı

ASIL YİĞİTLİK SEVGİDE

Hazreti Mevlânâ bir gün bir yere giderken, bakmış ki iki Konya bıçkını ağız dalaşı yapıyor. Biri diğerine:
— Bana bak ulen! İbiğini bük, yoluna git! Eğer bir laf edersen, bin türlü karşılık alırsın benden ha!., diye diklenince, insanlığın piri Mevlana, patlamak üzere olan kavganın içine girerek, her ikisine de:
— Durun çocuklar, durun hele durun! Her ikiniz de ne söyleyecekseniz bana söyleyin, vuracaksanız bana vurun! Siz bin türlü lâf da etseniz, benden bir tane bile ters lâf işitemezsiniz!.. Haydin kesin şu kavgayı da sevgiye buyurun, sevgiye... Asıl yiğitlik sevgide!

ÜÇ ÖĞÜT

Adamın biri, bir kuşa tuzak kurmuş; onu faka bastırıp yakalamış. Kuş kurtulmak için bir yol aramış. Kendisini yakalayan adama;
— "Ey ulu hoca" demiş, "sen nice öküzler, koyunlar yedin; nice develer kurban ettin. Hiçbir zaman onlarla doymadın da, şu benim minnacık bedenimle mi doyacaksın? Beni bırak da sana üç öğüt vereyim; vereyim de bil bakalım; akıllı mıyım, aptal mı?
Sana bu üç öğüdün birincisini elindeyken, ikincisini şu damın üstündeyken vereceğim. Üçüncüsünü de ağacın dalına konunca söyleyeceğim. Bilesin ki, bu üç öğüde kulak verirsen bahtın da açık olacaktır."
Adam, kuşu ister istemez dinlemiş. Ne söyleyeceğini de merak etmiş. Kuşa, "Peki" der gibi bakmış. Kuş, adamın bu hâlini görünce;
— "Elindeyken söyleyeceğim söz şu: Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma!"demiş.
Bu söz, adamın hoşuna gitmiş. Diğer öğütleri de merak ediyormuş. Kuşu gönülsüzce serbest bırakmış. Kuş uçup damın üstüne konmuş. Hemen ikinci öğüdü söylemiş:
— "Geçmiş gitmiş şey için üzülme, ona özlem duyup da kendini paralama."
İkinci öğüdü söyleyen kuş, uçup ağacın en yüksek dalına konmuş. Merakla kendisini izleyen adama;
— "Biiiyor musun?" demiş. "Benim içimde, on dirhem ağırlığında, eşi bulunmaz bir inci vardı. Eğer beni bırakmasaydın, o inci seni büyük bir servete kavuşturacaktı. Sen de, oğulların da zengin olacaktınız. Fakat kısmetin değilmiş, dünyada eşi bulunmayan inciyi kaçırdın..."
Adam bu sözleri duyunca kıvranmaya, saçını başını yolmaya, inlemeye, ah vah etmeye başlamış. Adamın feryadını duyan kuş;
— "Biraz önce ben sana,'geçmiş gitmiş şey için üzülme, ona özlem duyup da kendini paralama'diye öğüt vermedim mi? Geçti gitti, ne diye dövünüp durur da kendini paralarsın. Ya öğüdümü anlamadın yahut da sağırsın! Ayrıca sana birinci öğüdümde, Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin inanma!'demedim mi? Be adam, ben üç dirhem ağırlığında bile değilim, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunur?"
Adam, kuşun bu sözlerinden sonra kendine gelmiş. Aptalca bir duruma düştüğünü fark etmiş. Hemen toparlanıp;
— "Peki," demiş, "haydi o üçüncü öğüdü de söyle!" Kuş;
— "Evet," demiş, "önceki öğütleri pek iyi tuttun sanki. Üçüncü öğüdü de öğrenmek istiyorsun. Öyleyse kulaklarını aç da iyi dinle: Uykuya dalmış bilgisiz kimseye Öğüt vermek, çorak yere tohum ekmektir."
Kuş bu öğüdü de verdikten sonra uçup gitmiş. Şaşkın adam da arkasından bakakalmış.

ANNE FİLİN İNTİKAMI

Bir zamanlar Hindistan'da akıllı, bilgili ve merhametli bir adam yaşarmış. Bir gün, uzak bir diyardan iki üç dostu çıkagelmiş. Aç, çıplak ve perişan bir durumdalarmış. Pek çok sıkıntı çektikleri her hâllerinden belliymiş.
Adam kapısını çalan bu yolcuları güler yüzle karşılamış, onları içeri buyur etmiş. Ağırlayıp dinlenmelerini sağlamış.
Yolcuların önlerinde, gitmeleri gereken, uzun, zorlu bir yol varmış. Üçüncü gün tekrar yola çıkmışlar. Ev sahibi onları uğurlarken;
— "Aman dostlar," demiş, "size bir öğüdüm olacak. Ne olur beni canı gönülden dinleyiniz! Şimdi gideceğiniz yol üzerinde filler vardır. Onların yavruları pek semizdir, pek kuvvetsizdir. Yavrular gönlünüze pek hoş gelecek, onları avlamak isteyeceksiniz. Ama unutmayın ki anaları pusudadır, onları korur. Bir filin yavrusu kaybolmaya görsün... Ağlayıp inleyerek kilometrelerce yol yürür, kokusunu takip ederek yavrusunu arar durur. Hortumundan ateşler saçar, etrafa dumanlar savurur. Yavrularına çok düşkündür filler. Ayrıca kan güdücüdürler. Aç kalın, ot ve yaprakla yetinin. Ama sakın tamahkârlık edip de bir fil yavrusunu avlayıp yemeyin. Bu öğüdümü tutarsanız belâlardan uzak olursunuz. Ben, bana düşeni, gerekeni söyleyerek boynumdaki öğüt borcunu ödedim. Öğüdümü tutan esenlikte olacaktır. Haydi yolunuz açık olsun..."
Yolcular yollarına devam etmişler. Yolculuk bu ya, bir zaman sonra yiyecekleri bitmiş. Kıtlığa düşmüşler. Yiyecek, İçecek bulamaz olmuşlar. Açlıkları, susuzlukları arttıkça artmış. Yolculukları dayanılmaz hâle gelmiş. O sırada yeni doğmuş, semiz mi semiz bir fil yavrusu görmüşler. Aç kurtlar gibi fil yavrusunun başına üşüşmüşler. Onu kesip yemek için yanıp tutuşmuşlar.
içlerinden biri, kendilerine öğüt veren adamın sözlerini hatırlatmış. Fil yavrusuna dokunmamalarını istemiş. Yalvarıp yakarmış... "Yapmayın, etmeyin!.." demiş. Ama ona kulak asan olmamış. Fil yavrusunu kesmişler, pişirip bir güzel yemişler. Onları uyaran adam çok aç olduğu hâlde fil yavrusunun etinden yememiş.
Fil yavrusunun etini yiyerek karınlarını tıka basa dolduran adamlar yan gelip yatmışlar. Çok geçmeden de uyumuşlar. Fil yavrusunun etinden yemeyen adam ise açlıktan bir türlü uyuyamıyor, bir sağa bir sola dönüp duruyormuş.
Tam o sırada ansızın kızgın, iri mi iri bir fil çıkmış ortaya. Adam korkudan yerinden bile kımıldayamamış. Kızgın fil adama doğru yaklaşmış. Gelip etrafında dolaşmaya başlamış. Gözleri ateş saçmaktaymış. Bir ara adamın başında durmuş. Üç kere ağzını koklamış. Fakat yavrusunun kokusunu alamamış. Adama öfkeli gözlerle bakmış ama hiçbir şey yapmamış.
Koca fil, adamı bırakıp o kızgınlıkla uyuyanların başına gelmiş. Her birini koklamış. Ağızlarından yavrusunun kokusunu almış. Adamlar derin bir uykudaymış. Onları tek tek hortumuyla tutmuş, havaya kaldırıp yere vurmuş. Bununla yetinmemiş, ayaklarının altında ezmiş. Zavallı adamlar feci bir şekilde can vermişler. Yavrusunun öcünü alan fil, böğürerek çekip gitmiş.

ŞEYH VE HELVACI ÇOCUK

Cömertliği ile tanınmış, bir şeyh vardı. O yüzden hep borçlu idi. Büyüklerden, zenginlerden on binlerce borç alır, dünyadaki fakirlere, yoksullara harcardı. Borç para ile bir de tekke yaptırmış, canını da malını da Allah yolunda harcıyordu.
Şeyhin ömrü sonuna geldi, bedeninde ölüm belirtileri görüldü. Alacaklıları onun etrafında toplanıp durdular. Şeyh ise adeta bir mum gibi yanıp yakılmada, eriyip gitmekte idi. Alacaklıların para almaktan ümidi kesildiği için suratları asıktı. Gönüllerindeki para derdi de arttıkça artıyordu.
Şeyh kendi kendine, "Şu kötü zanlara kapılanlara bak. Benim borcumu ödemek için Allah'ın dört yüz dinar altını yok mudur?" diyordu.
Bu sırada helva satan bir çocuk, birkaç para kazanmak ümidiyle dışarıda:
— Helva! diye bağırdı. Şeyh hizmetçisine gizlice:
— Dışarı çık da, helvanın hepsini satın al, diye işaret etti.
Alacaklılar o helvayı yerler de, bir süre olsun bana acı acı bakmazlar, diye düşündü. Hizmetçi helvanın hepsini satın almak için hemen dışarı çıktı. Çocuğa:
— Helvanın hepsi kaça? diye sordu. Çocuk:
— Bir dinar, diye cevap verdi. Hizmetçi:
— Dervişlerden fazla kâr isteme, sana yarım dinar vereceğim. Artık başka söz söyleme.
Hizmetçi, helvayı kabı ile beraber getirip şeyhin önüne koydu. Şeyh alacaklılara:
— Buyurun, Bu helvayı afiyetle yiyin, helal olsun, dedi. Kap boşalınca, çocuk kabını aldı ve şeyhe:
— Efendim, şimdi benim dinarımı verin, dedi. Şeyh:
— Ben parayı nerden bulup vereyim. Ben borçlu bir kişiyim ve borçlu olarak ahiret yokuşuyum.
Çocuk, bu cevap üzerine kızdı, kabı yere vurdu. Ağlayıp bağırmaya başladı. Aldatıldığı için hıçkıra hıçkıra ağlıyor:
— Keşke iki ayağım kırılsaydı da, şu tekkenin yanından geçmeseydim, diyordu.
Çocuğun feryadı yüzünden orada ne kadar adam varsa hepsi geldiler, çocuğun başında toplandılar. Helvacı çocuk şeyhin önüne gelerek:
— Ey taş yürekli şeyhi Şunu bil ki senin yüzünden ustam beni döve döve öldürür. Onun yanına eli boş dönersem beni mahveder. Vicdanın buna razı olur mu?
Alacaklılar da bu kötü işi görüp şeyhe dönerek:
— Bu ne rezalet, yaptığını beğeniyor musun? Bizim malımızı yedin. Bu yetmiyormuş gibi çocuğun da hakkını yedin. O çocuk ikindi vaktine kadar ağladı. Şeyh gözlerini kapamış, ona hiç bakmıyordu. Bu cefaya, bu haksızlığa aldırış etmiyordu.
Çocuğa verilecek para oradakilerden toplansa, herkese birkaç akçe düşerdi. Fakat şeyh manevî tasarrufuyla oradakilerin bu cömertliğini engelliyordu. Çünkü şeyh, kimsenin çocuğa bir şey vermemesini arzu etmişti. Pirlerin gücü bundan da fazladır.
İkindi vakti gelince hizmetçi, cömert birisinin gönderdiği tabağı getirdi. Hem mal, hem hâl sahibi, şeyhin sıkıntısını duymuş, ona armağan göndermişti.
Gelen tabağın bir kenarında dört yüz dinar vardı. Bir kenarında da bir kâğıda sarılmış yarım dinar bulunuyordu.
Hizmetçi geldi, şeyhin huzurunda eğildi. Ve tabağı önüne koydu. Tabağın üstündeki örtü kaldırılınca halk şeyhin kerametini gördü.
— Ey şahların şahı! Bu nedir, ne hâldir? Bu ne sultanlıktır. Biz senin büyüklüğünü bilemedik. Saçma sapan sözler söyledik.
Şeyh:
— Bütün o sözleri size helâl ettim. Helâl olsun. Bu yaptığımın sırrı şudur:
Borcumun ödenmesini Allah'tan istemiştim. O da bana bu hususta doğru yolu gösterdi. O yarım dinar pek az bir paraydı, ama onun ele geçmesi çocuğun ağlamasına bağlı idi.
Helvacı çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi köpürmeyecek, sizin de borcunuz ödenmeyecekti. Bunun için helvayı aldım, çocuğu ağlattım.